uzun bir aradan sonra yaklaşık sekiz yıldır yazdığım ve bazı derilerde yayınlanmış yazı şiir ve denemelerimi bir kitapçık şeklinde toplamaya ve blogda yayınlamaya karar verdim. işte kararım :
K İ T A B – I I J Λ Z
Toroslarda, Mavikent’te, Finike’de, Ankara’da, Antalya’da,
Erzurum’da, İstanbul’da geçen günlerim için;
kur’an-ı kerim ve çay için; kalb, göz ve kulak için;
çocuklar ve gülmeler için
güneş ve su için
mandalina ve portakal için
yaz günleri ve deniz için
hüzünlü bir sevinçle ağladığım tüm sabahlar için
tanrıya bir teşekkür denemesi.
“ h ü v e ’ l – b a k î ”
%100 SIBGATULLAH : %100 ŞİİR
– Lam&Elif ‘in kollarında boynu bükük ruhlar –
Yokun gölgesinde nefes alıp veren ağzım, burnum
Bu ne dalgınlık böyle
Ciğerlerimde. Ruh solukta yağan yağmur
Kesik kesik yüzümün denizine yağan yağmur
Bu ne efsun böyle!
Bu git-gellerin ortasında şişman zihninle,
Duygularınla doğuracaksın
Yaşamak denilen babaya , sarışın bir çocuk
Anlamsız sırıtarak kaldırımlarda, mesai saatlerinde
Kendini satmanın anlaşılırlığını asacaksın boynuna
Sence başka türlüsü mümkün değil
Gelenek kamburu böğründe ,
Bir kukla gibisin ağzında sahte sesler
Her şeyi anlamış gibi bakıyorsun yüzüme
Yok sende o maya
40’ından sonra mı ineceksin Yusuf’un kuyusuna
Seni pazarda köle diye satarlar mı bir düşünsene
Laboratuarlarda yok arama
Kıyasa gelmez hakk
Fırına atılıp yanıp pişmeye razıyım
Çiğliğimden çok tadım kaçtı
Yürüyüşün sesin bir müzik
Orkide dinginliği ses tellerinde
Tellerinde benim ruh çamaşırlarımı kurut
Otomobil kazasına benzer uykuya dalışım
Üşüşür kalabalık başıma
Vicdan bir polis değil olsa olsa anarşist bilinçaltı
Kopya ruhlarla geçen Bodrum günleri
Işığın içindeki halatı kemiren dişlerim
Faniliğin idrakinden sultan yaptım kendime
Gün boyu kalbim sıbgatullah aşısıyla sarhoş
Pazar, Pazartesi, Salı, Çarşamba ve Perşembe
Bir de Cuma ve Cumartesileri
Ben kendim ikimiz altçizgi varlık sahnesi
Yüzümün Afrikası ayaklarımın şadırvanı
Benlik dağımın yangını
Kopçası mahremiyetimin
Dalgınlığım Finikeler dergiler şiirler tütünler
Kevaibe etraben
Dalgınlığım satrançta rötar yapan rock
Satrançta ayağı kırılan at
Geciken öpücük
Köpürmeyen kahve
Bir de Pazar günleri
Kanımın ortasına sesinden düşen çocuk dişleri
Çocuk öpücüğü gibi kısa konuşalım
Gençliğimin feminist sabahlarına selam
Dalgınlığımın geniş dervişliğine merhaba
Abdestle konuşan gözlerime spiritüel övgü
Sokak çocukları ve haftanın diğer günleri
Cebrail, 700 kanatlı kitap
ﻻ
Elest bezminin fotoğrafında
Lamelif gibi düğüm atıyorum
Existansiyalist-epistemic aklımın ayaklarına
Ödünç alınan su bardağı gibisin
Üstünde damlalar şiirlerimin öpücüğünden
Çadır kurarak saçlarınla kendi yalnızlığına
Uykulu aç rüya görmüş bir sesle merhaba de bana
-merhaba yabancı
-merhaba bunaltıcı yaz günleri
-merhaba denize inmeler, göğsünde portakal kokusu
Tut şimdi ölümümü sayıkla , olacak şey mi
‘senden bana yar olmaz , olsa vefakar olmaz’
Havada rengarenk ruhlar
Omuzlarını silk , dünyanın tozundan toprağından sıyrıl
Varsın insanlar yanlış anlasın
Değil mi ki ‘kınayanın kınamasından korkmaz onlar’
Avuçlarımda tılsımlı harfler
Kaf Ha Ya Ayn Sad
İbn-ül vakt!
Heraklitin ‘kendimi keşfettim’ fragmanı
Hayy ile göğsüme akan beynim
Carpe diem!
Vicdanların zindanlardan firarı
“That government is best
Which governs least”
Gelen-ek, gelmeyen ek
Aşık isen bir koşu bakıver
Power of now!
%100 art niyet
%100 mustafa
%100 şiir
%100 kesilen kurbanın kanı göğe ulaşmaz
%100 melâmilik
%100 içimde bir Süleyman bir Yusuf var
Biri karıncalar derdinde biri köle pazarında
Bir de İsa, terzisi yırtılan mahremiyet gömleğimin
%100 bu benim yüzüm değim
Ruhumun değneklerinin gölgesi düşmüş yüzüme
İyi bir şiir adamı
Pazar, Pazartesi, Salı, Çarşamba ve Perşembe
Bir de Cuma ve Cumartesi günleri
İnna lillahi ve inna ..
Havariler gibi halka kurar boynuna kement atar
İnci arayan elbet baş aşağı denizlere dalar
Ayak baş olur, baş ayak
%100 melâmet hırkası
İyi bir şiir
%100 sıbgatullah
“de ki: Biz Allahın boyasıyla boyandık”
PLASTİK TANRILAR ÇIKMAZINDA MELÂMİLİK
Ben dilimle döndürdüm orda yaşamı
Dilim dönmüyordu rab kelimesinin arkasındaydı
Dönmüyordu dünyaya
Hayret gayrete getirir dediler
Ben annemi ne zaman öpsem bir bulut ağdı kalbime
Orda karanlık yerlerime sular
Karanlık durgunluklarıma kocaman neşe
Ben ne zaman öpsem annemi
Virgülle bırakır giderim dalgınlık cümlelerini
Work&Travellerde bir taş gibi düştüm kendi kafama
Major filolojik vecde geldi dilim
Bakmadan yüzüne sınıfların,
Bilmem hangi üniversite hangi ders
Ya da kim kimin üstünde adını belletiyor sıkılmanın
Boğulmanın, ötekileşmede yerli malı sendromu
Bak sayın profosör , eşeklere saman vermeye gelmişsin sınıfa
Yutturamazsın bana artisliğini
Naiflikle yaşıyorum her denklemi
Eşek değilim ben, saman getirme heybende
Gözünü kaldır da bak, gözüm yok anlattıklarında
Yola çıkmam için bir neden yok senin duruşunda
Sen benim arka sırada yan durup ilgisizliğime aldanma
Fiziğin bir filolojik mesele olduğunu kaç kişi anlamış şurada
Geçtim koridorları, boynumda lisans günleri kibri var
Size benzemekten korkuyorum bayım
Korkuyorum dilim sürçer de konuşurum diye
Kalırım üstümde captain black yalnızlığı
Yürürüm nerde benim adıyla adımı üst üste yazdığım
Üst üste susarak seni konuştuğum deliliğim
Kocaman sevgili, kocaman mutlu, kocaman haylaz demlerim
İrkiltiyle sordum kendime, ne olmuştu
Ne oluyordu
Savunma dedim kendini
Cahiller arasında kaldık
İşimiz neydi, burası neresi
Sordum kendime, sen kimsin ha?
Nerden buldun bunca öyküyü
Bilmem nerde doğmuşsun, neler okumuşsun
Nerde ne yapmışsın
Ne ilgisi var canım bunların senle?
Ben kimdir? Tekrar başa alıp soruyorum
Bir kez daha başındayım hayat ırmağının
Kendime bir şerh yazmayacağım
Bir çıkma olarak hatırlanacak değilim tarihe
Melâmilik burcundayım
Savunmam yok mahkeme-i kübrada
Hikayem yok, hepsini verdim dilenci yüzyıla
İşte şimdi baş başayız seninle, kendimle
Kocaman sarıl bana
Ha de, çıkalım şu dağa
Çıkmadan inemeyiz içimizdeki yokuşu
Tut göğsünü, tut kuşları
Nefesinle vur yüzüme
Sormadan söyle bana kimlerdensin
Kevser gibi müjde ol yolumun sonuna
İyi bir şiir gibi ağzınla değil gövdenle söyle beni
Present tanrılar edinip hepsini koyver gitsin
Kevser kalsın geride , o çılgın dünyayı unutturmak için
Eskiden öfkeli fikirlerle tekme atardım dünyanın karnına
Balıkları eve getirirken denizden özür dilerdim
Uçurtmam yırtıldığında bekledim rüzgar cevap versin
25’imde anladım
Rüzgar nedeni yok yaptığına,
Renklerle tanışıklığı yok rüzgarın
Renksizlik makamına daha nice var
Uçurtmamı yırt, himmet et efendim
Şu benim Melâmiliğimden felsefe yapmak anlaşılmasın
Eğitim eğmekten gelir
Ben eğile eğile başa döndüm, dikleştim
Buldum rabbin katında neyin nazı geçer : Melâmilik
Durdum, öyle anladım yorgun bir çağdayım
Varlık sahnesinde bir nehrin dalgın bulanık akışı gibi
Bir çağdayım, yüzümüz yok , yüzümüze bakılmıyor
Oysa ben onca zaman yüzümü yonttum secdelerde
Ağaçların altında yüzümü bıraktım göğün şölen vaktine
Her yaşım geçerken yüzümü tuttum anneme,
Hatırlıyor musun? Nerdeyim ben?
Gidişat iyi değil, iyi olmayacağını bile bile burdayız
Bile bile kalkıp çay demliyorum, acıyacak
Bilmeden senin kimlerden olduğunu
Sadece yüzüne bakarak,
Başımı koydum ruhunun aydınlık yastıklarına
Rüyalar gördüm sende
Kokusu boynuma sinen rüyalar
Tuttum boynumu dünyaya ‘öteki’ olarak uzattım
Bu ben dediğimde kim?
Hikaye yok, öyle anlaşmıştık
Melâmilik dediğin de
Hakkımda bildiğin her şeyi unut
Tekrar özür dile denizden
Kevsere dön yüzünü
Ebterle uğraşacak vakit yok
Dipdiri dur şimdi
Dipdiri kocaman sevgili ol kendine
Melâmiliğini satma orda burada
Budur nazın geçecekse sevgiliye
Dalgın pickler yaptım bir ömür
Aha şimdi terk ediyorum
‘Yapmak’ yok artık
Yıkmak, yıkmak zamanıdır
Plastik tanrılarla dolu kalbini
Ebterden bıkmadın mı?
Yetmedi mi bu bıkkınlık
Terk ederek bulacaksın içindeki hayvanı
Tanıyacaksın onu
Tutup kurban edeceksin
Kanı yere akacak, senin kanın göğe
Ne zaman annemi öpsem bir kuş hafifliği ellerimde
Ellerimden tut sıvazla sırtını çocukların
Mutlu yaşa, yont kanındaki hayvanı
Çocuklarla denize in, şarkılar söyle
Karpuz kes, uzan kumlara
Ellerini koy karnına dünyanın sessizce
Denizlerden özür dilemeyi bıraktım
Çatlayarak kendi içimden
Yakarak kuru yerlerimi yaşla birlikte
Yalan söylememeyi denizden öğrendim
Tuzlu bir hayat olsun benimkisi bayım
Çek ordan kendine bir sandalye
Ne oluyor bu yüzüne hele bir anlat
Yüz ki tanrı konuşacak onunla
Onar da çık karşısına
Melâmilikte bulduk biz bu ikramı
İyi bir şiir, iyi bir peygamber gibidir
Onunla hicret edilir
İyi bir şiir, iyi bir hicret gibidir.
Yüzündeki denizde
İçindeki balıklar yüzer.
Sen denizi seversin
Kısa cümleleri
Bazen beni
Çoğu zaman içinde konuşan o yabancıyı
Cahillerden yüz çevirmeyi öğrenmenin zamanı geldi
Kendimin kıyısına oturup da ağlamanın zamanı geldi
Aczin idrakinden çılgınca vecde geldiğim günler geri geldi
Fıtık
boşluk var
sana değdiğince dünya
yorgunsun çocukları öpmekten
toprağın köşesi yoktur öylemi
ah! ne gam
nereye varıp sakınmalı
dünya değdikçe karnıma ürperiyorsam
cömertlik bir tâç imiş imanda
gördüm sende öyle manzaralar
bir ekmeği durmadan ikiye bölüyordun
uykunu dayadın duvara bir merdiven gibi
çıkıp baktın hülyalara, içerilerine
en çok da çocukların radyoya şaşırmasına benziyordun
durup dururken söyleyiverdin nasılsa
yaşamak bir tövbedir duraksız
bir seccadenin ucunda kan toplamış ayak bileklerin
sen eğildikçe dünya uzaklaşıyor
kırdıkça göğsünü içerilere
unutulmuş yerlerini diriltiyorsun
bir ayıkmadır akıyor gövdene
bir ip gibi gerildin
ağzından çıkana kulağın yabancı
tir tir titriyorsun, katlandıkça etin etine
bir manadır sarkıyor boynundan
ellerin korkunç karışık
öptükçe çoğalıyorsun
öptükçe karışık
kar gibisin
yağdıkça kendine yaklaşıyorsun
bir çocuk kahkahası salıyor kasıkların
out of hand *
hamuşluk üzerine postmodern çözümleme
bir ben vardır bende / benden dışarı ~ haşarı
yalın, çok yalın
teşbih sanatlarından bakmadım bıktım.
edebi sanatların canı cehenneme
olduğu gibi derken de ‘gibi’ işin içinde
bir ırmak nasıl akarsa öyle derken de, ‘öyle’
yok mu ötesi-berisi gördüğüm şey-derin
dünyada olup-biteni anlatacak
kelime dünyadan olsa da
ûslub ahiretten olmalı
bunu iyice anladım. kur’an-ı kerîm ne ki?
“ruhun düzensizliği kutsal bir şeydir!”
derken arthur rimbaud
dünyada düzen tutmaya kalkma
yorulursun ha!
yalınlık.. rüzgar..her gün bize uğrayan
evde yok muyuz?
sıfır noktasında sözlük anlam:
yakınlık=uzaklık ; tevhid : hit
aklın kılıcıyla kesilip-biçilen ‘şey’ler..
kalbin terziliğinde
‘ya eyyühel müddesir’e denk düşer
ey örtüsüne bürünen!
kalk! korkut. ekber!
elbiseni temizle!
başa kakma, tartışma!
ey örtüsüne bürünen!
bir rüzgarla çık dışarı
bir şey ne ise o değil, ne değilse odur,
paradoksların dilini tokatlayıp
kendime bir tavır beğeniyorum
rabbimin katından
bir uslûb, bir biçem. bir hulle-i adem
biraz incir ; yaprak ve süt
biçtikçe yeşeren
yeşillik, yaşıllıktır.
yaşamın özündeki ‘ıslaklık’..
su; yaprak+süt ; incir
a dialog from fight-club :
kadınlar tarafından büyütülmüş bir nesil olarak,
başka bir kadının
aradığımız şey olduğunu
hiç zannetmiyorum.
aslında aradığım şeyin dünyalı,
buralı olduğunu zannetmiyorum
kadın dünyalıdır.dünyalıktır
yükünü hafif tut ey göğsüm
hafiflik
semavi rüzgarlar getirir koyar böğrüne
kuran oku ve bak yüzüme
mühim olan ne ki aramızda?
aramız ne ki?
ey rüzgar!
sen olmasan kokardı her şey
her şeye başka bir şeyin kokusu sinerdi
çürürdük dünyada be,
çürürdük bütün bir insanlık.
sen varsın ya dostum,
her şey kendi kokusuyla var
çocuk, kadın, ardıç ağacı ve başka şeyler
uyumak mesela, seninle.
sen gel ey rüzgar
serinlik, hoş nefes
yoğun neşe getir biz fakirlere
biz kardeşlerine
deli savur dünyayı üstümüzden
çılgınca şarkılar söyle bize
göklerden haber ver
unutulduk mu buralar da ha
bizi almaya gelecekler mi?
bir iş bitirince , kalk başka bir işe koyul
rabbinin sana olan nimetlerini an da an
muhakkak
verilen her nimetten sorgu
muhakkak!
şaqqq diye açılacak defter,
‘ikra kitabek’ denilecek
tebessümle çevir sayfaları
rahmani rüzgarlar eser
vav’dan he’den lam&elif ye’den
elhamdülillah! de gir
kardeşlerinin yanına
-hayat, ahiret hayatıdır!
gönlüm sen oyna
kendi dağlarında, ovalarında
gölgelen güzel nefesli ağaçlarının altında
ey gönlüm, kalma sıcağına dünyanın
kalma buralarda. kalma emi.
bir rüzgar çıksa da sevişsem
bir rüzgarla çıksa tanrı dolansa etrafımı
sobelesem içimdeki nefesini
hafif aralansa dudak
korkarım dil yine bir dağı
kaldırıp atacak havayla
korkarım kibirden
allahtan ve kendimden
ben o çocukların sesiyle şenim
o çocuklar olmasa inan bu şehirden giderdim
rüzgar çıkardı göbeğimin kıvrımından
kulağımın kıvrımına akardı
ben anladım ki rüzgar çıksa da bir çay içsek
rüzgar çıksa bir kitap sayfası çevirsem
yok böyle olmayacak tanrım
bir rüzgar çıksa sana geleceğim
huzurda seni isminle çağırmak olmaz
susulur
rüzgar bir ağaca sokulur gibi susulur
çağırmak uzaklıktır
allah demeyi bırakınca erdiğimi anlayın
‘cûylar kim deryaya vardılar, hamuş oldular..’
güzel söz söyle
ona güzel sözler ulaşır
şiir ne ki?
susmak su’dan gelir
su’ya gider
ateş-su-hava-toprak
rüzgar tüm bunların arasında bir arkhedir
ki onları kendi suretlerine bo-yar
benim suretimde bir rüzgar gezinir
bilenler bilir
önüne çıkanı kendi suretinde gösterir
bende vardır bir ben benden dışarı
rüzgar hadi onu al de gel
out of hand to exit from arche
of, to, from, at, in, on
rüzgar bunun neresinde?
ah güzelim,
ben sana dedim sahilde çıplak ayak yürüme
kumlar fena öper
öpmeyi onlardan öğrendim
fena öperim,
bir de rüzgar çıkarsa
artık bilemem.
bir ben vardır out of hand
post-exit from arche
artık bilemem.
bak şunu bilirim
mühim olan dış güzellik!
out of hand!
postexitoo@hotmail.com** from arche
no mail no word
no woman no cry
mühim olan dış güzellik!
islamcı ne satar?
boş versene aslanım
mühim olan dış güzellik
artık bildim. erdim o erginliğe.
out of hand!
yes world no word
göze, söze, öze selam!
_________________________________
* haşarı, ele avuca sığmayan.
**Türk şiirindeki ilk elektronik posta adresidir. imge mahiyetinde kullanılmıştır.
boş konuşmalar
“ bir testi yaparsın çamurdan
içindeki boşluktur onu yararlı kılan ” lao tzu
uykuda gibi sessizlikle
ses soluğunu yıkamış asmış içime
her şey senin gibi sessiz olsa
*
kuşlarla ağaçların arasındaki yalınlık
seninle aramızda olsa
beklentisiz gelsem sana
*
boş, bomboş dolsam seninle
*
seninle senin aranda olan kalsın
her şey hiç şeyle
ses sessizlikle
sende olan görünsün boşlukla
içini boşalt ki yüreğin genişlesin
o an gör bak dinle
rüzgar nasıl dolanır
toprağa ağaca suya
*
bir türbe ziyaretinde sabah vakti
durup kapıda sessizce
davet edilmeden gitmenin hüznü
bir su yokuşa nasıl akarsa öyle
*
dinlemek isterdim bir kaya gibi sahibimi
dinlerken çatlayarak fışkırmak isterdim
paramparça olurken gövdem
her zerremde onun titreşimleri
salınmak bir su gibi
bendeki senden sendeki bene
sessizce…
boşlukta karınca’lanmalar
“baktım bir karınca sudan geçemiyordu / tuttum suyu kenara çektim.” i.berk
nefesini boya dinginlikle
wu-wei
ne reddet, ne de cehd
ağacın dalındaki kar gibi
silkele gitsin
içindeki kelime tozlarını
*
kalbindeki boşlukla bak
boşluk, bakışının şeklini alır
bırak tuttuklarını, basitçe bırak
*
ıslık çal, ormana bak ormana
bak bir karıncaya
suyu nasıl geçer
bir çocuk akşamı nasıl ederse öyle
*
çay iç
içindeki çaydan geç
yu yüreğini bakışlarımla
*
ya bakışını düzelt
ya boşlukta karar kıl
keçiler kendilerine gider
serin olurdu sabahlar
suyu çarparak yüzüme
bir göle uyanırdım dingin
*
bir patikayı seçerdim
asfaltın yanında
dua eder gibi yalnızlaşırdım
*
kuyudan su çekerdim
akşam vakti darlığında
boşalttım kovaya telaşla yüzümü
*
annem keçilere çobanken
ben oğlaklarla akşamı ederdik
ceviz ağaçları altında zamansız
kalırdım, öylesine bir zaman
bir şey bir şeye eklenmezdi
her şey kendince kutsal sessizliğinde giderdi
ben kendime, keçiler kendilerine giderdi
*
eli belinde çoğu zaman dedem
bir masalcı gibi yürürdü önümde
tuhaf aletler çantasında
bir kediyle 10 yıl konuştu
teşekkür etmez, beklemezdi minnetimi
yalındı, uzaklara bakar çay içerdik
sırtını verdiğinde bir ağaca
bir tek gövde olurlardı
kutsalla demlenmek
kuş dalgınlığında ellerim
avuçlarım kanat
alkışlamak için rüzgarı
*
bir göle değdi kelebeğin kanat titreşimleri
gölde bir yaprak kımıldadı
merhaba dedi kurbağa
*
kokulardan anlardım vaktin geçtiğini
sabah çiğ kokusu
akşam yazsefası
öğlende katran ağacı
ikindi de çay
kokulardan varırdım görevlerime
yanıldığım olmamıştır
*
uyudum çoğu zaman
fesleğen kokulu bahçede
bir taşın soğumasıyla anlardım
vakit ikindi
keçiler salınsın!
azık alınsın!
*
bir kaya gibi düşünürdüm
bir kaya kıpırtısız yıllarca
dinledi durdu yerin altını üstünü
henüz değil
durmakta olan devam durmaya
kerahat vakti girdi ve uykuda çocuklar
uzun selvilere sarıldılar rüyalarda
kuş bile kaderle uçar
anne bacakları..
dönmeye devam olan dönmekte
öpüyor zinde dudaklarla
sırtını bir kertenkele
olanlar oluyor
etinin içinde
karıncalanmalar
eller pençe
bacaklar okşayışlar
‘henüz değiller’
-vallahi
vallahi diye yeminler etmek istiyor canım
var gücüyle basıyor dünyaya bi karınca
ve oturup tırnaklarını kesiyor odunlukta bi kertenkele
var gücüyle varıyor dünyaya bi mustafa
vallahi’ler karıncalar kertenkeleler
‘vav’ miskinliğinde soyunup-kuşanıyor
olmakta olan oluşu oldurana
zinde dudaklarla yakarıyor bi adam
‘esenlik veren adınla
kımıldıyorum..
göğsün bildiğim göğü görmesem
daralırım etim sancır
kader taşımı yontarak kavrıyorum
‘olmakta olan’ı
var gücümle vuruyorum kalp taşlarına
parçalanmalar..
hayretler!
okşayışlar)(henüz değiller
ve oturup
kuyruklarını yeniliyor odunlukta kertenkeleler..
ben sıvasa giderken
iki şıktan üçüncüyü seçtim
akılımdan kuş ölüsü yüzler geçiyor
her yolculuk sonrası durup sorduğumuz soru
burası neresi?
mıncıklanmış başörtüsü sloganlar
imanını kanırtarak kampüslerde
bekar odalarının yılgınlığını savıyor
gazetelerde gözüne ilişen ilan-ı memuriyet
seciyesini kapitala yaslıyor
1×1 kalmanın sıkıntısı maişet
kolları şimşek ağzı açık
gözleri gün ortası günah baldırı çıpplakk
hem sivil ham i’taatsız
bu önemli gerisi lak lakk
kendisi gidebilirmiş yokmuş zor
biz kaçıncı yitik nasıl asi axiyon kor
kim müslüman kim cenabet bilinmiyor
paç’avra’t ortalamaya rıza
göstermediğim bilinsin diye
koppardım aşufte afişlerini şöhret-i şehrin
kani olmadım imla gurallarına kanmadım böylece
üşenmedim dilinin altındakileri yokladım
konuşlandım kuvars yalııınlığına
pakladım abdest suyu koydum bulvara
nasııl yaptımsa yaptım, ayyıktım!
‘burası neresi’ ‘kimin eli kimin cebi’ meselesi
diyorsan külü apazla yuttun, kovuldun
biz erkek dedikse ağızını yemeğe götüren değil
yemeği ağzına getiren bilinsin
ayırdıkca ayırdımında kaldık
varılmıştı ayıklığa durduk es-salaa dedik
kolları bağladık
sıvastaydık
yemin etme çarpılırsın I
koyu ağrıdı yüzüm terlemekten sözsüz
yordum kelimeyi dudak-diş arası yayvan
biriktirilen bir şey mi idim meleklerce yitik
nerede bulsalar beni yazıyorlardı
göğün etli yerlerine bitişik
yosunlaşmayan evlerimiz kadınsız
dalgasıyla tuzuyla vurmayan
kendini kayalarımıza kız
suları
koyu. ağrıyan. yüzsüz.
yorgun. yayvan.
yitik.
etli. bitişik.
-söze itibar yok vesselam..
çocuksuz birikmiyor ben idraki
bereketsiz günlere kaldık
koyu ürküyorum allahım!
derin yaslanmış zihnim fakrın sırtına
oyluklarımda oy! oy! öpüşleri
söyleyin just now!
kim gelir şimdi benlen
tarla sürecek, tohumlayacak medeniyeti
ektiğini biçmeyecek , fakra övgü düzecek
çocukları harman yerlerinde esmerleşecek
kim?
koyu biriktirecekse yitiğimizi şehirlerde
öpsün cool just now oy oy
yemin ederim evde yokum!
yemin etme çarpılırsın II
-amiş efendi damadı babanzâde ahmed nâim’e demiş ki;
matlûbun husulü veya adem-i husulü nezdinde müsavi değilse nakıssın evladım!-
sabun ölüsü köpükler..
düz kılar saklıyı çocuğan sesi
çalı bir çıkrık akılda
saklıyı dürter çıkrık sesi
akıtıyor aklım yan yatmış süt bakırları
kaplumbağa içli kızlara ve bir ağaç dorukta
diyorum, bakın,
çocuk bir kayadır
yontulur dudakla
etimin doğrulup kalktığı ruh değnekleri
seni yitirdikçe bulduğum tebessüm
uykumun çarşıyı gezeni
hayır! nedir bildim ilgisi dağlı yanımın
allahın bana dertlendiğim yerden değmesi
değil ezberimde aklım değil
ve belki kırışmış günler geçirdim
keçi güttüğüm dağlarda
yabani otlar topladım yüzümden
ve yine gece benden evvel aklını yitirdi
zor çıktı sabaha
/ size deli denmedikçe imanınız sahih olmaz! /
üşengeç taşlar gibi düşündüm
tankerlerde biriktim
hikmeti söktüm, heceledim bezm-i elest’i
sen bil bunu. öğlen uykum ol
yay kelimelerini içime niyetlerini korkusuzca diz
duş alır gibi şuh bir yüzle
ko elini koklayayım düzle alnımı
kazı.
çeyiz niyetine hüzün biriktirdim
gördün işte dayanılmazlığımı, itaatini isterim
sıvazla hayretini, kucakla öp!
hüzün harabelerim altında hazinelerimi
bileklerini çat boynuma hohla
benden sarksın belden aşağın dünyaya
nur yay nur ol
gölgen olmasın yer yüzünde
canı çıkıncaya salla içimin ormanlarını kurut
yapraklarını dök hafızamın
çöl pahasına göster kendini
bi numaran olmadığını göster
ve en nihayet
de git! bir seraptır dünya hırs çölünde
elâ!
ürpermeler
elbet bir hinlik vardır seni sevişimde
ey kanıma çakıllar karıştıran isyan! (i.özel)
ben geceye durdum öyle tıfıl kızgın. dürdüm caddeleri aklımı vitrinlerden kopardım. sözlerim un ufak oldu döküldü sükut taslarından. caydım süt çekildi göğüslerden.. aşerdim bir hak kelamına, arandım ten çöllerinde tin kuyularında sere serpe serdim kalbimin taşlarını önüne işte.. al bunlardan vur kafama, kanım bir bayrak gibi açılsın üstümde. sürülen tarlaların coşkusuna kaptırdım kendimi, seher vakitlerinin çıplak omuzlu şehvetlerine, çalılar arasından yürünülmüş akşamlara, yere dökülmüş tuzlara, baharın utangaç çayırlarında kişneyen kısraklar aşkına, uzun süren kıyamlara ve kırılmış dallar gibi sarktığımız rükûlara selam olsun…
selam olsun ki hallerime , hallerim deli sular gibi boz bulanık akıyor ellerimin karanlığından.. varıp duracağım muştusuna kabirlerin, varıp yabanıl hatıralarıma allahım seni soracağım.. seni senden seninle akacağım.. gah sabr ateşinde gah suların akışında kadınların gebe kalışında tarlaların verdiği dinç duygularda okuduğum kitaplarda yürüdüğüm yeşermelerde aşıladığım fidanlarda her şeyde her şeyden her şeye senin adınla: bismillahirahmanrahim. ben geceye durdum öyle tıfıl öyle kızgın; işte ufalıyorum göğsümü ufuklanıyorum, çatıyorum bir uykuyu bir isyana ; durun ey yaşamaklar! ben de bilirim gece düşünce yatağıma bir akrep gibi her yanımda sokar, her yanım zehirli hatıralar, yanlış yumaklar, üstünkörü dokunuşlar, ve her nedense rengarenk kuş ölümlerine koşuyorum, alkışlıyorum sokakları, iyi ki arklarda geçirdiğim nöbetler var, biliyorum hayat beni bağışlar, hayat beni kendine yakıştırır, terk edişlerim ip ip ulanır susuş yumaklarına dolanır, ve bir zaman gelir ki can; kim zerre kadar kötülük, kim zerre kadar iyilik.. hiçbir şey yarım değildir.. odur. o kadardır. ondandır. onadır.
nasıl ki tok bir kalple ağlanmaz, öyledir sözcükleri zihnimizde yan yana yapıştırmanın naylondan hışırtısı.. ta uykularımızın içine.. çocukların göğe değen uykularının içine.. her şey naylondandı o kadar.. asaletle isyan edecek yerlerimi ağaçlara astım. kulaklarımdan kuşlar çıktı her sabah namazında.. kadına ve sofraya bismillah! deyip başlamanın tam zamanıdır.. benim çayıma kuş sesleri karışır, söz bir kuyu olup çıkar soluğumla birlikte, göğsümün maşrapasını bırakıverdim gitti karanlığa..ne girip çıktıysa içine bende o ses ve renkle vurdum kendimi saçlarımın sahillerine.. saçlarımı sallıyorum söz kuyusuna kovanın ipi niyetine. hem ne demiş bir çinli: kuyu derin değil , ip kısadır. şimdi soralım: kuyu kısa, ip derin olursa , neyin ipi, ne kuyusu diye sormazlar mı adama.. sorarlar..
kapılarda buhur kokuları gibi kaldım
bir kırgınlığı bir çocuk yüzü gibi yaşadım aylar geçti. alnımın kıyısından sarkan iplerle düğümledim göğsümün içindeki kalp kırgınlıklarımı. uyanışlarımda gövdemden süzülen rüya tozlarından dağlar tepeler yığıldı odama. her sabah önüme çıkan sahillerde yürüdüm, deniz kabuklarından çıkan fısıltılarda bulduğum sırları eve gelirken kuşlara kaptırdım.. buhur ve buğu gibi geçip gittim ev önlerinden doğu kentlerinde. böyle tırpanladım içimi, bir nohut gibi yoldum ve kuruttum göğsümdeki damarları.. harmanlandım sıcak ve susuz bir dağ başında göğü yüklendim sırtıma ve taşıdım yıldızları dökmeden ..meleklerlen tanıştım uykularımda taşın içinden çatlatarak çıkan sulara sürdüm tenimi. yumuldum ürperdim dizlerim ağaç dalları gibi sürgünledi kendini. karnımda kitaplarla dolaştım, satır satır kelime yedim doydum, yetindim, bu sevindirdi beni. güldüğüm de bir yalnızlık sindi kahkahalarıma ardımda onca akşamlar yürüdüğüm kervanlar uyuduğum gölgelikler ve sırlı sırsız açıp içinden geçtiğim kapılar çıktığım gövdeler gömüldüğüm toprak yanıldığım kadın berkitildiğim saç sakal ve hiç görmediğiniz çocukluğum… kırdığım oyuncaklarımı aradığım yerler gibi oldu şimdi yaşadığım kent travmaları.. zili olmayan kapılarda nasılda bekledim.. nasılda fotoğraftakini kızım sandım.. yanıldım upuzun uzandım .. isimleri nerde nasıl öğrendim.. kimm tutuşturdu elime bunları.. ben okuma bilmeyen bir peygamberin adını bir inci gibi taktım boynuma.. inci taneleriyle buldum yolumu.. saçtım savurdum ne yapıştıysa üstüme o karanlık ağızlardan o yılkı kitaplarından.. hatırladığım yüzler durgun su üstünde dağılan yapraklar gibi. bir yaprak ol şimdi desem göğsümdeki küvette, küveti taşırmadan yüzen bir krizantem yaprağı ol desem.. olmazsın biliyorum.. kelimelerim ipe dizilmiş karıncalar gibi .. süleyman peygamber ve cinler belkısın tahtını nerdeeeeen nereye nasıl getirdiler.. öyle bir şey değil kelimelerim.. ol dersem olmazsın .. biliyorum.. zili olmayan bir kapının önünde duruyorum..
kuş dalgınlıkları
[ giriş : gece yola vurunca gövdemi göklerin ihtişamıyla sükûn buldu uzuvlarım]
bilge bulutlar gibi geçtin göğsümden
toprağımın yüzü nicedir sana dönük
dönderdin rahmet çarkını göklerin
bir bulut dansına değiştim kitaplarımı
bırakınca elindeki poşeti ve tokalaşmaları
üşümüş bir oğlaktım saçlarınla titreyen
sen koşmaya zorlama diye beni
ayaklarımı kuş dalgınlıklarında dolaştırıyorum
ve sen konuşunca dişlerinin arasından kuşlar dağılıyor aramızda bir ormana
ve ben açıklayacağım secde sesiyle yüzümdeki korkuyu- alnımdaki çizgileri
bacaklarımdaki çalıyı ve niçin okulu terkettiğimi
ve devamında başka şeyleri.. sigara-çay içerek.. açıklayacağım küçüğüm
ve nasıl zikredildiysem orman sabahlarında su sesleriylen
o kuşlar küçük hanım,
gün olur seni de beni de bir ormana terk eder…
[çıkış: (exodus-exit) aza-i kafi ifa ]
gül lambası
eşyayı yanlış yerinden kavradın
ellerinin hafızası yorgun
beni de evet, beni de yanlış anlayacağın
şeyler söylememe imkan verseydin, doğururdun
dur! orda kal! tebessüm sınırını çoktan geçtin!
modern kuyularında kelamı eğik ekin gibi biçtin!
hayır canım, bu şarkı öyle söylenmez
her yanı melek salyasıyla bu gökyüzü
beşer kafalarının içinde bir sesi kımıldatır
‘vescud vektarib’ eşyanın adı adıma yapışıktır, söylenmez
kan pıhtılarında durur düşünürüm: söylenmeyen etlenmeyendir
etlerinden bir ev, etlerinden bir çocuk yontarım
göğül kurbanlarımda derim derine değgin
köpürür de köpürür salyası meleklerin
söylenmez bu ağır yük hangi yazgının kılıfıdır
solar çocuk sesleri sokakta , yabancılar evin damına anten kurar
hangi tv kanallarında hangi suça kanalize ediliriz
anlaşılır kapılarda köpürmüş ağzıyla evlerin mahrem yerleri
henüz seni ve geceyi anlatmadım, bir felaket olduğu besbelli
kayaların düşünmesine benzer bir hal kuşandım
hıncım ipliklerle pekişti ve seri kitaplar okumaktan
serserinin biri gibi görünmekten ve parasızlıktan değil:
dur! orda kal! demem
çünkü; hep seferi kıldım namazlarımı,
hep 90 km ötede ve 15 günden az kalıyorum gittiğim yerlerde
dur! orda kal! de bana,
çantana koyduğun faturalardan en son bezelye aldığın anlaşılıyor
‘her yanın dudak, üstün bezelye taneleri’ demişti cahit zarifoğlu
ve elbet sen bunları bilmezsin,
durup dururken yanlış anla beni diyen bir adamı da
ağaçların büyümesi gibi anlaşılmaz
kırılmış saçlar gibi kırıldım, her yanım dil ağzım melek salyaları
hangi boğuşmadan dönüyorum, sana bunu söyleyemem
küçük güzeldir, hep buna öykündüm
yumurta kırar gibi düz bir anlamla dua ettim
‘aklımın tavasını senin nurunla kızdırdım,
bir yumurtadır hayat çünkü, allahım’
ve başka şeyler söyledim allaha
bir musluk olup ince ince günah ve nur aktı hafızamdan
bir muska olup girdim koynuna
tüm sükun bulmuş yerlerimle,
çocuk ellerine benzer gövdemle
oyunda kaybetmiş sesimle, yüzümle
toprak evlerde uyuduğum saf berrak zihnimle
zeki çevik sevecen kımıltısıyla boynumun ve
kas yığınıyla derimin altında, öğüt öğütebildiğin kadar beni
bir açılıp bir kapanan değirmeniyle gümüşi gövdenin enfes
mitoslarda seni anmadılar, ben andım enerjisiyle terlemenin seni
ve dur! dedi şimdi bir ses!
hayatıma bir kılıf bulamadım,
zanlarım çat çat kırıldı kısır evlerde
yuğundum şehirlerarası yolculuklarda mescitlerde
farelerinde kız alıp verdiğini işittim
beyaz peynir ve kız kapanları
dur! dinle bu çağın kadın tıkırtılarını
durmadan anlayamazsın, durmak için koş, alkışla toprağı
yorul , kalk ve başka işle yoğrul der tanrı
bize göstereceği bir eşya ve hikmet olmalı
tanrıyı bekletmeyelim
yorulalım, kalkalım tütünlerle çaylarla
başka evlerin kıvrımlarında yorulalım, uğv uğv uğv
kendi üstüne katlanan bir yazgıyla yazılalım
çiğ et gibi şaşkın olma be kadın!
senin kıvrak yerlerin gibi değildir anlam!
bir uğultu bozgunuyla çölde kahve içmiş sesinle
neyin uykusunu uyudun ki mahmurluğun intiharı çağrıştırır
intihar dedim de senin aklın bilirim
hangi çığlık atlasını getirdi koydu diline
o öl kışkırtısı yok mu kitap satan çarşılarda
bir film fragmanı gibi giyin! yanılt gözlerimi
tefsir dersinde kelimelerin ensesinden yakala,
dipnotlara ver sırtını, seccadenin içinden kuşlar çıkarsa,
şaşırmış gibi yap! çayın seyr-i sülüğünü düşün , ağırdan ve incelikli
komşu evlerde sıkıl da, pencereyi aç, ılık ılık sarıl gecenin sağır çarşafına
ezdim bütün çiçekleri yine de canavar dedirtemedim kendime
ölüyü dirilttim yumurta kaynatır gibi tavada, tuttum öğüdünü sezai
kabirleri yara yara ulaştım toprağın ötesindeki ‘gül lambasına’
içimde intihar komandoları
_cemre’nin göğsündeki kan dolu hokkaya batırıp dilimle yazdığımdır…_
yoktun, varoldun varlığın varlığıma aşikar oldu uzak dağ tepeleri gibi
sabahları uzun uzun baktığım çay içerken içimden geçirdiğim kuş fakiri
bir
gökyüzüne olan dualarım ve çipil çipil bir yağmur balkonda gün boyu
kahve
içip “uzak yakınlıkları” kurgulamak oysa yapacak işler birikir odada
birikir zaman üstüste yığılır “an”lar birikir kırgınlıklar kahkahalar
duvarları yalar yalınızlığın saklanmasıdır hayatıma giren nadir
insanlar
vardır gelip giderler aradabir oysa hiç bir şey olmaz onlar gelip
gittiklerinde evet hiç bir şey olmaz gelip giderler herkesin hayatı
biraz
böyledir akşam yemeğine roka haşlarız uykularımız delik deşik
çarşafımız
bakir hayatlar ülkesinin haritasıdır nice rüyalar gördüğümüz
yittiğimiz
yitirdiğimiz kaçışlarımız yüzümüzü sakladığımız “duvar”lar okuyup
okuyup
sustuk bize bunu öğretti kitaplar arada bir fısıltı aradabir coşkulu
meleksi tebessüm ılık ılık ikindiyi akşama bağladık kollarımızdan akan
yılgın bir enerjiyle fakir bir kalbimiz vardı her şeyden önce yuduk
yıkadık
en güzel yüze yusuf sursine açtık kapımızı aydınlandı sokak aydınlandı
içinden çıkamadığımız “kuyular” çıktık veunuttuk çıkışı unuttuk
züleyhayı
unuttuk en insan yanımızdı unutmak ve unuttuk ve yanlış hatırladık
isimleri
isimler bizi bize hatırlatacak içimizdeki mikrofundu yorulduk
aramaktan
susadık cemreler düşmez ne havaya ne toprağa nede suya cemreler
uzaklara
düştü uzaklara yürüyecek takatimiz kaldımı rabbim, uzaklar bir yağmur
gibi
serildi önümüze uzandık ve ıslandık cemreler düştü kalbimize doğru
toprakla
buluştu tohum var git varlığın selamette olsun! cemreler hep ama hep
kalbimize düşsün! karıncaların ağlaması gibi ağlıyorum
iyiliğinde hepsi bende kötülüğünde, iyiden de kötüden de kaçmam,
kaçmam ben
kendimden, yabancılaşamam kendime, toprağa yabancılaşamam
bir dikenle yaralansam ben dikmişimdir onu
atlas olsun ipek olsun ne giymişsem ben iğirmişimdir
bu böyledir, bilirim.
perdeler!
perdeler!
perdeler!
cemre, çek perdeleri, akşam oldu!
bir perde ol şimdi bana
bir karınca gibi ağla
ne yakın ne uzağım
içimin gökyüzünde yeraltında bir deprem yarat
içimi dışa bük
dışımı yokuşa sür
perdeleri çek, cemre;
hakkında bilgi sahibi olmadığın şeyi allahtan isteme!
<içimde intihar komandoları,
perdelerin çekilmesini bekler!>
saatli bomba
bıççaklan doğranmış dudak izli kelimeler ve etsiz iskeletler ve modern kablolar..
…ıssık ağlamalar görülmüş kadınlarda ve devamında çocuklar ve naylonlaşma..
neyse, hep beraber büyük salona geçilmiş ve ;
saatli bomba ‘yı pervasızca okumuşlar koro halinde:
öyle ölümü deneme çocuk
bu evin tavanı yok, sence de mi yok?
gök yüzüne bakarak da ölebilir insan
ofhhh neyse.. buruştum uykularımda ve telefonlar
çaldı rüyalarımın içinde
kuşlar yanarken elektirik tellerinde göğün
etini sıkıca ovdu bir saatli bom-bomba
…
namaz, yeryüzü ve yakarış
kağıttan uçaklar gibi düştü bu pagan yüzyıl denizin ortasına
secde, deniz ve ada-yış
kağıttan bir gemi yap beni ey çılgın elli peygamber..
senin ellerin ve devrimler..
dergiler , erzurumlar ve dibine vurduğum demlikler..
ezcümle
acı bir tütün gibi arıyorum yavrum seni
ciğerlerim temiz, nefes alışım düzgün, kahretsin!
acı bir tütün gibi saracağım uykularımı uykularına
etini sıkıca yoğuracağım bir saatli bomba… yakarış…
ve biliyorum
benim de ellerim çılgına dönecek..
haydi çocuk, çıkıyoruz buradan!
tenhada terlemek
‘saçını dök sineme, derdini söyle..’
sen uyurken de ırmaklar
yatağında usûl usûl ..
gazeteler , dergiler dizilir
yeraltı matbaalarında yaprak yaprak..
traktörlör tarlalarda yamaçlarda
bir duanın şeklini çizerler
sen uyurken siz olursunuz büyülü..
yağmur düşürülürken gökten
annenin çoçuğunu leğende yıkaması gibi
helecanlı, berrak olur yüzün ellerin
konuşkan kaslarınla
büyük dişlerinle büyük düşün
sen uyurken kur’anlar okurum yüzüne
senin haberin olmaz
çehrende bol toprak, ince kemikler
aydınlık çocuk yüzleri
hüzünlü biatler belirir…
çehrende göğsüm tomurcuklanır
sen uyurken
ahiret denizinin kıyısına
vurmuştur çehren kendini..
aklım kafatasımın çukurunda
tenhada terlemenin adını mırıldanır
iffet!
ölüm bir taş gibi yuvarlanır üstüne
telaş kayalarından
iffetli çehrenle çağır uykuna geniş sözcükleri
garibliğini yadırgamadan kıvrıl içine de uykuna uy!
biliriz, siret surete sirayet eder!
kırptın göğsünü kuşlara
iri anladın kuşları
onların diriliş muştularını
derin yalnızlık uykularında kabuk bağladı
vurdun göğsünü ağlamaklara ,
ağaçları birbirine çarpan ormanlarda nasıl da uykusuz düştü yüzün ellerine
küçük bir hanımdın , gamzelerinde nice heyulalarla gemiler ağırladın
vardın iklimine çocukların, kopardın çiçekleri ve sürdün ellerini sabah çiğlerine
zihnin hızla adımladı kaldırımları insanlık dramlarını
acımsadın taaa uzaklarda bir akşam üşüyen çocuklar aşkına
tuttun alnını ve sordun soruları küçük deniz kabukları misali rüzgarlı ..
kumları sordun.. terlikleri sordun.. kuşları.. balıkları.. aç çocukları.. yalnızlıkları.. savaşları
sonra kaldırdın alnını kocamaan denizi kucakladın saçlarınla..
ve her şey kendi kuytusunda çalkalansın istiyordun .
ve sen şerbetledin vakitleri! namazla ikramla muhabbetle direndin
modern dünya çıkmazları karşısında..
heyy! çocuk!
güzel cin.. nerde kelimelerin?
tahta
yoksul ellerimde ekmek ufala
soğumuş çayı ısıt ver
sabrı yok bu dünyanın bana
sanki ben bilmiyordum
ekmeğin fiyatını, sigaranın zararlarını
tahta göğüslerini kadınların
sahi bilmiyordum ve durma
kelimeler bıçaklıyordum ağzımda
gövdelerin inşaatından hatıra
tahta yalnızlığı ağzımda
durma!
inşa et, onar bu ellerimi
bu kaburgamın arasına
çocuk kahkahaları salıver
üfür kalbimin borusuna
çayı ve kitabı oraya bırakıver
haydi, durma!
allah kelamıyla serin yont göğsümü
destur de!
sabrı yok bu dünyanın bana
durma, öldürüver, öldü deyiver..
çınlat bıçakla kelimelerimi
ve n’olur ‘iri anla’
bir dere yatağının uykusu kaldı gövdemde!
yüzümdeki kayalıklarda kuş kımıltıları,
keçi tırnakları, tuz taşları, çocuk utanmaları
canım ya rabbim,
uyandırıver hikmet etlerinde bir tahtayı!
tahtalarım, gelin kırılın gövdemde.
bıldırcın ve göçebelik
çünkü ölüm bir başka rüya olmalıdr. küçük kelimelerle bir kenti anlatırız. dublin mesela.. göçebe olmak nasıldır, öğrenilir..
undergorund bir hayattı geceleri benim gövdemin soluduğu yer.. underground olmak ne büyük iş ya rabbim.. waking and waking! dreams.. sanki başkalrı yok gibi soyabilirsiniz beyninizi ve yüreğinizi.. doğu ekspresinde sigara içercesine mutlu..
bıldırcın gibi kelimeler vardır, sık rastlanmaz. kent sokaklarında yanlış bir hayatı yaşdın ulu bir şaman gibi.. hangi ayine katıldıysan senin elinden bozuldu halka.. dikiş tutturamdın.. elindeki mühür yabanıl .. doğuda bulduklarını batıda sattın, geçindin beş on gün.. ekmek tütün kira parası.. batıda yaşam yitirmek üzerine kurulu, anladın, lakin bu arada doğuda neler oluyor..
hastahane kapılarında karşılaştıklarım gibisin en çok ağrılarım
sarsıntılarımsın kuyu kuyu uykularımdan çekip çıkardım yüzünü
parmakalrımın ucundan acun uzaklıklar akıyor.. ve kertenkelerler.. nasıldır bilemezsin.. trekkinglerden vazgeçip yola çıktığında anlarsın k2 yi.. bir yerden başlamak ölümcüldür dağda kısadır gövdelerin şovu.fütüristik olamazsın.. saç-sakal yırtık bir elbise gibidir. kör düğümler atılmış bir örtüdür kadınlar ve erkekler.. doygunluğu ezberletir inzivalar.. yetinmek sevindirir..
her ne söylemişse şaman, doğrudur..
bir yanılgıdır bu dünya, bu kentler, bu kadınlar, bu uzaklıklar bir yanılgıdır.. alegori ve ironi..
besbelli “ğill etmiş” kendini, içimizdeki iyilik meleği..
bellevue sarayındaki (berlin) henry moore kelebeğini kim görmüş, ne düşünmüş?
ecza
herkesin göğsünde “bir” kalp vardır
dedi.
– yeni gelmiş mektupları masaya koyup saatlerce baktı..
telefon… acı acı çaldı…
geceden açık kalan pencerede sabah oluyordu..
ezan sesleri..
kahve ve sigara kokusu..
oraya buraya dağılmış organlar..
kitaplar.. fotoğraflar..
sessizlik..
-herkesin göğsünde bir kalp vardır !!
yırtılmış gömleğinle ne gezersin yusufum!!
-söküklerimi dikecek bir terzi .. kadın?
rahim.. ve ecza.. kızım
beni evime götür .. lütfen.. beni annene..
kalbim bir asansör müdür? diyelim öyledir.. kaç kişilik?
karşıdaki kayalıklarda dün uyumuş kalmışım. bunu nasıl anlatabilirim. bir klavye ile nasıl seslenebilirim. her harf bir tuğla elimin altında. peki ya harç? peki ya bu söz evinin tavanı? söz evinin akustiği? söz evinin penceresi ,kapısı?
*
imdi kapıları çarparak çıkamıyorum.. dönmem gerekebiliyor.. yıllar bir söz evinin kapısına bana bunu yazdırıyor.. ‘kapıyı çarpmadan çık.. dönmen gerekebilir!’
*
sultanım, sıcacık bir çorba gibi sesini duysam bu sabah.. içsem içsem her şeye bulaştırsam sesini.. senin sesin taşınabilir bir şeydir biliyor musun?
utanıyorum, nasıl desem; sesin olmadan kuşanamam bu yazgıyı.. sesin, nefesin..
*
hayır! bu zemin katta oturmanın verdiği ‘dibe vurmuşluk’ duygusu olmasa , atlayacak bir yer bulsam , bir balkonum olsa mesela, durma şarkılar söylerdim.. şarkılar söyler atlardım mutlaka sokağa; dibe vururdum .. balkonların bir bedeli olmalı değil mi ya.. oysa ben her gün zemin kat evimden atlıyorum kitaplara, yoğun atlara, aç kısraklara, soğumuş çaylara, ıssız sızılara..
*
evet! yıkılmış bir adamım ben. ikinci el bir kitap.. arasına notlar düşülmüş.. hafızası çizilmiş bir adamım ben.. arka kapakta şöyle yazılmış: bu adam saçlarıyla boyar yastıkları, yastıklar ayet kokar.. yastıklar sultanın saçlarını saçlarına düğümler.. her gece nurdan çocuklar kımıldar kafasının içinde.. her gece biraz daha çok çocuk.. ‘yok çocuk falan yok öyle şey..’ ağlıyorum.. çırpılan halılar gibi hafızam.. ağlıyorum ve coğrafya altüst oluyor..
*
aha bu benim işte!
bunlar , bunlar da benim kopkoyu göğsüm. çoğul bir göğüs.. göğ.. üs.. hayret! rüzgar nasıl da ip ip eğiriyor bulutları.. göğü nasıl da nakşediyor.. üstümüze şefkat giyelim, iddia ediyorum, şık duracak..
duracak kainat bir an, benimle dön diyecek.. benimle dön..
*
-nerde kalmıştık?
şefkat. yurdumdur. taifte bende olaydım ya resulallah; ayağından akan kan şimdi damarlarıma ruh oluyor.. yurdumdur, şefkatin, ahlakın.. avuçlarıma abanan yüzüm sürekli değişen çölde kum tepeleri gibi.. nerde kalmıştık? sokağın ortasında.. sakalımızla.. tuz eker gibi geçiyorum sokaktan; kötü bir salata.. hazımsız ukalalıklardan.. şefkatsiz sarılışlardan.. tuz eker gibi oluyorum işte.. tuz taşları oluyor boğazım.. göğsümde yanan cennet baharı.. ve çağlalar.. ‘ve kevâibe etrâben ve ke’sen dihâka. lâ yesmaune fiyhâ lağven ve lâ kizzeba’ kaldık işte sokağın ortasında; iyi ki sakalım var. bu bir yerde ‘duruyorum’ demek. ruhum ip ip gerilmiş , kalbim bir asansör mü benim? kaç kişilik?
*
eşya bir an olmasa, esma çıldırırdı.. peki ya insan?
*
esma var, eşya da.. ama bunlar iki kanat gibi işte.. kanat kalpten epey uzaktır.. kanatlar gövdeden ağır olursa uçmak bir zulme dönüşür , uçuş güvenliği için secdeye gidin ve elleri sıkıca bağlayın, safları sık tutun, allahın rahmeti üzerimize olsun! düşüren ve yükselten allahdır! allah diler, esma eşyanın pamuğu olur. pamuk yükselir ve düşer..
*
müslüman iki namaz arasında yaşayan hz. insandır. birini kılmış, diğerini kılacaktır.. olmuş ile olmamış arasında; olmuş, olmamış olamaz’ın hakikatiyle yaşar…
*
kelam deyince, belagat deyince; ey iman edenler; iman edin!
*
eve dönmek, ne çok şeye dönmek..
*
kımıl kımıl bir ses işte.. dur yapma, ayartma beni çocuk.. yorgunum, beni kumlara , çakıllara, akşam vaktinin darlığına çağırma..
*
bir bebeğin elleri, tûba ağacının filizleri …
*
çıktım, baktım ki sokağa; çın çın çınlıyor peygamberin sözü..
‘pazaryerlerini terk edin’
*
sen bakılması yasak olansın! bakamam.
kudur işte! bakmıyorum!
*
ten ve tin! tez elden akrabadır bunlar.
*
aşk yıkıcıdır. bkz. yusufun gömleği.
şefkat onarıcıdır. bkz. yusufun gömleği.
filozofun sökükleri dikilmez !
namazlarında durduğu kıbleye kalp atışlarıyla değen biri olmak yerine
ne işim olur benim bu şiirlerle..
.eczahane
içimde patlayan sevgilim
gıdısından öptüğüm tüylü kadın
kalbimdeki ecza
beni evime götür.
şöyle 9 yıllığına bir ölsem diyorum.
orda burda kalmış oram buram
buram tütün saatlerim.
boynumdan sarkan bir damla suydunuz
beni çırılçıplak kalbinize koydunuz
böyle açlıklarda insan kendini olmadık şeyler gibi
bir kedinin uyuması gibi
ne demeli: bir kadın var, çok şey anlatır
kalbimizin içinde buz tutan denizi dudağıyla eritir gibi
allamel insane ma’lem ya’lem
dişlerimin arasından fırlıyor zikir çırpınışları. gün dediğimiz bir içimlik tütün mesafesinde öksürüklerlen geceyi öpüyor. meleklerle aramda şellaleler var. kahkahaları tenimde bir kök boyası, ruhumun ipliğini örseliyor, dua dua tırnaklarıma değin örüyor. tırnaklarım suskun bir özlemdir kanımın içinde dolaşan secdelere.kaburga kemiğim uğultulu orman geceleri gibi sarsıyor cesedimi. dağlardan yeni indim. dağlarda giydim üstümdeki göğü, göğvdemin duruşu öyle: yalın. bungun sesim öyle: taşın karıncaya söylediği. karıncanın kara bacaklarına ipince uzanıp rüya gördüm. ölü bir balık nasıl uzanırsa öyle. kaplumbağa devrilmiş zihnimde. dokun dokun diyor soluğuma. kımıltı! asmalardan sarkıyor yüzüm. musluğu kapatıyorum. sesi kısılıyor suyun. abdest aldığım su fısıldadı bana: tenindeki vızıltı;göğden inen cebraillin kanat sesleri gibi. tuttum ellerini mektubunun içinden: aklımı koydum boynumun üstündeki çukura. benim konuğum olmadı hiç. hep ben sıyırdım kabuğunu; sözler ardında kemiğimsi sesinin. burkuldum çocuk. oyunlarımız benzemiyor hiçbirşeye. her şeyle kara sabanla başladı ; serseri yüzyıllar geçti arada.. adımı bir pir’den işittim. dişlerimin arasından fırlıyor zikir kımıltıları. soyundum göbeğimi yeniden bağladım anne şefkatine. oğul oldum kadınlar: aslında neyi nerede sezdiler. bir tütünmek biliyorum, birde yazı: ekmek. tütünmek: kılcal bir şey. tırmalıyorum yaşamı. kadın zihinlerinde tembel bir yılan sürüngen ve leyla.. ben mecnun olduğumda bütün kadınlar şirin oluyor. sustuğum istasyondan mezarlıklara ve karga seslerine çıkıyorum. bir dağın içine içine, üfleye üfleye, etimi kemiğime, kemiğimi ruhuma, ruhumu meleğime sarıyorum. meleğimle sarılıp yatıyorum. saçları, ah saçlarından akıyor kevser ırmakları, ağzımın tasını daldırıyorum: göğüne: meleğimin: ah nasıl bir berekettir bu: çoğalmak: arınmak: ölü bir balık gibi uzanmak tuzlu dudaklarına sevgilinin: dudak: upuzun okyanus çölü! bu çölde sallana sallana rakstır: göğvdemin sarsıntısı: dişlerimin arasından uzayan zikir: iniyor yüreciğime: bu dudaktan sonra.. ağzımın tası taşmış: dilim kalbimi kurcalıyor: yalıyor: bir dudaktan bir dudağa çarpıyor: kalbim: ruhumun iplikleriyle dokunmuş bir göğvde: … kalbimin içinde bir melek parmaklarını emiyor: yüreciğime fürüzan: damarlarıma kan: meleğimin kalem sesleri.. “kaleme and olsun ki.. ” kara bir kömür gibi yanıyor ve ancak öyle yazıyor: kalem.. allame bil kalem. allamel insane ma’lem ya’lem= o. (c.c)… meleğim çek aramızdaki perdeyi. yırt gerekirse. bak ben öylece uzanmışım ve soyunmuşum: göğüm karanlık: göğvdemde göbeğim şefkat emiyor annemden.. gel kuşat beni. gel anne ol. kanat seslerin bir kayadan akan su sesi… derin ve yalın bir suskuyum buralarda.. bir tütünmek biliyorum bir de serilmek.. uzanmak.. usumun kıvrımlarında senin kahkahaların akıyor. yapışıyor dilime hiç sokulmadığım dilin. yüzmek: yüzmek: yüzmek istiyorum boynunda.. göğsünde inip çıkmak bir dağa bir kuyuya.. .
dişlerimin arasından fırlıyor zikir çırpınışları. gel meleğim, gel bul beni. ben öylecene: uyku kokuyorum…
uykularım:sulardan durgun..
suretim: toprak uğultusu bir inilti saçıyor
oğul uğultusu … annem : göbeğimin ezeli azığı… kalbime…
gel kadınım : gel susalım. göğe uzanıp melek olalım.
eşya mengenesinde muska ağlamaları
tut göğsünden sızan yankıyı
öyle yoğun çağırma saçlarımı
bünyemdeki çatırtılar
eşya mengenesinden, incir kelimesinden soluyan
kancık ve vurdumduymaz yerlerini bir bir unutacağım
bu akşamın kuyruğunu yüzüne çarpacağım
içli bir çocuk gibi eğileceksin sesimin karnına
keş çaylarını nasıl içtiğimi, ezanın niçin geciktiğini
‘uzaklar utangaçlığımdır’ diyerek hatırlayacağım
bol geldi yüzün aklımın çadırına
ne olacak şimdi?
bi şey olacağı yok çocuk!
zınk diye durup geriliyoruz allahın ipine
yalvarırım ipi kesme çocuk,
ipi kesme kuşlar konacak
elbiseler kuruyacak, giyilecek incir yaprakları
incir sütleri taşacak çizgilerinden gövdenin
ipleri çekiştirme çocuk,
germe dilini ve ellerini ve ayaklarını
konuşu konuşuver, koşu koşuver cancağızım
ben kemiklerin olayım, etlendir beni sesinle
dürülmüş çocuk yüzleri eşyanın hafızasında
oyuncakların sakarlığında , kadınların uykularında
kudurmuşda ısırı ısırıvermiş çiğ yerlerimi
çocuk dokunuşlarından kokular
ve ardıç ağaçları çıkan yerlerimi
heyy! abi,
siz hiç ağlayan bir muska taktınız mı?
ağlayan muskaların içinden
< kün fitdünya kevneke garibûn>
çıktığını işittiniz mi?
kün fitdünya kevneke
garibûn garibûn garibûn
ağzımın mağarası
kırık bir ağaç dalından başlıyorum
tıkanık damarlarıyla öpüşmeye yaprakların
bir çay kaşığını daldırıyorum gök/yüzüne
nikotin kokusu sinmiş okuduğum fanzinlere
örümcek ağları atılmış posta kutuma
şöylelemesine dalgın ve buruk eylül sokaklarında
ben seni yürümüşüm yüzümün kıvrımlarında
ağır ikindi çaylarında yansımamı kırıyorum
kaşığın çukur aynasında bir ağaç dalı gibi
çatalımdan kırılıyorum.süzgeçten geçiyor
tül perdeler ardınca silüetin
bir hurma çekirdeğine değişirdim ben bu dünyayı
ağaçsız çiçeksiz bir dağ başı kadar koparılmasaydım
eteklerinden. tül perdelerden uzak durmasaydım.
sular kaynıyor şimdi ayaklarının bastığı yerden
ben hep seni demliyorum gal-ü bela deminden
dumanaltı olmuş suskun derkenarlığımla
tütün üstüne tütün yakıyorum
aşk üstüne aşk-bulut üstüne bulut
el üstüne el-dudak üstüne dudak
bu çay ne zamandır şaraba benzer oldu hancı
-sen üflemez oldun artık mumlara be çakıroğlum
dedim ya bey amca;
“mayamızda ekşimtrak bir iğde giliğinin sevgisi var”
imdi, gözlerin bir hurma giliğine değişilmez, görüyorum
toplayıp gidiyorum sözlerimi ellerimi
pipomu tütünümü daktilomu ve bir kaç antik eşyayı
ağzımın mağarasına. “bir su damlasına”
bir çığlığı dokuyorum saçlarınla
çekiştiriyorum
kıl diplerine kadar yalnızlığı
gal-ü bela dedim hatırlıyorum. yarım bir rüya gibi
e(ss)elamün aleyküm/ elest-ü bi aşk
bir damla su/ alemlerin sultanına.
ağzımın mağarasından sesler;
” menzili çoktan geçtim ün saldı kayboluşum
kendi kuytumda çalkıyor şerbetini ağzım”*
* cahit zarifoğlu.
dişi org
gittiğin yerlerden gelinmiyor, öyle mi
bak ben ellerimi şuraya soyuyorum
bak bak, şuraya da bir bisiklet
her şey bir şeye dönüyor, öyle mi
orası iyi mi. kırmızı bir bisiklet mi
ben ki kimliğimi usturamın yanına koyuyorum
her gün sicilimi bir ‘yabancı’ya yontuyorum
burası da iyi.
üstelik şizofren de değilim artık.
hayırdır, kim bu?
kapıyı dişi bir org gibi çalan, tık tık.
lâ şarab
her şey sen güzelsin diye olmuyor, anla işte
hani elleri vardı ya çocukların, yetmiyor
kısalıyor lifleri tebessümün
bir dua oluyor dudakların, kuş işte
besmele çekiyor içine bir kız çocuğu
sığınması gibi zikrin zakire
bir kelimenin göğü oluyor işte çocuk
soruyor; kuşlanmak ile kuşkulanmak arası
annem her gece kapıları niye kilitliyor?
oysa benim beklediğim bir şey yok geceden
ceviz ağaçları altında uyuyan bir zamansın sen
yüzün allaha karşı demlenmiş ve acımış
zikirler düşüyor cevizlerin içinden
senin beklediğin mektup bir cam olmuş kırılmış
zemin katlarda yıkanmış çamaşırlar nerde kurutulur
çıkıp oturduğum bir çayevi , görünmüyorsun kaç zamandır
sabahları da boş duruyor safta yerin
neyi okuduğunu bilmiyorum , ağlıyorum demli bir sesle
ve iyi ki çocuklar sabah okula gidiyorlar ve iyi ki kitapçılar var
korkunç güzelsin yarın, manşetlik ellerim var benim ve biliyorum
ceviz ağaçları büyürken uzun ve zor kışlar geçer
camideki cemaat üç kişiden neşet
cami, metruk yeryüzü kafası..
çekingenim ve bu yüzden allahlaşıyorum
bırakacağım bir mirasım yok
bir evim olsun ister insan
başkasının bacaklarına bakma ki yürütülesin
bacakları vardır insanın ve ispat kaçınılmaz..
intihar gündelik işçimdir,
şehrin ortasında kırdığın potlar için ağlama
kabrin içine düşen spotların olacak mı senin,
kırdığın putların var mı, kalbinin içine düşünen
dilimde ışıldayan lâ lâ lâ
eşyadan esmaya ilahe ilahe ilahe
allah azze ve celle
olmuş olmamış olmuyor
önce yapıp sonra açıklama
dudakların fesleğen kokuyor,
hangi şefkatle ısırdı tanrı dudağından
saatlerce kitap okumuş bir sesle söylüyorum
küçük bir delikten gördüğün şeydir allah
görünen hem deliğin arkasında hem burada
la ilahe illallah
kim demişse muhammed miraca çıkmıştır
eksik bir ifade
gökyüzü muhammedin kalbine indirilmiştir
düşünmek nasıl ki düşen bir şeydir
elma düşer, insan düşer
dünyadan başka yere düşen adamlar gördüm
kıyamdan secdeye bir kuş kanadının
açılıp gövdeye yapışması gibi yapıştılar
vescud vektarib
öğüdlerinizi göğsümde azık gibi saklıyorum
efendim, göğün ve kitabın indirildiği kalbinize
ıslanmış pamuklar gibi düşüyorum garib
allah zannım üzere
allah zannım üzere
efendim, müridiniz mustafâ
lahza üzere
pişirilmiş çamur kokuyor ruhum
ser-hoşem
lâ şarabından içmişem
ben cennetimi pişirilmiş çamurdan yaparım
allah zannım üzere
kim demişse muhammed yedi kat göğe çıkmıştır
eksik ifade
gökyüzü ve suretler efendimin kalbine indirilmiştir
kalp.. pişirilmiş bir çamurdan ferah odalar örülmüştür
allahın ipi şah damarımdır
all allah şah
maşaallah
tüttürük!
tüylenir miydi kelimeler etlerine değince?
ağzın gelenek yandaşı , burnun modern kokular arıyor!
huylanır mıydı acep dört rekatlık namazı iki kılandan ,
aha şu senin göçebe belleğin, işte ahlakçı nedimelerim
tövbe et: taha seslendir,
kımıldat derinin altındaki iman tahtalarını,
çat! bir namazı bir buseye ,
bir kadının etlerinden medet umma
çat! taha de, destur iste
bir kibrit kutusu örneğin, ortalama 40 çöp ,
inanma say! şüp-helen, huylan uyluk yerlerinden
kitapların kırılgan sayfalarıyla ıslık çal hoyratlığa yelten
demem o ki: kardeşlerim, çay içelim ve karıştıralım şekerleri
şeker, çaya şirk koşmaktır mı demiştir massey ferguson,
belki dememiştir. hem her şeyi bilmek iyi değildir. neden?
tızsss. lip lipp click shıssst logg gıyk gııııyyyyyyyygk fhuvvvv ohfff off hmmm yaaa aa, a aaa pehhh peh piyyyyuvhfff zınk!
modernlik mi? yukarıdaki ses ipliklerinden kör düğümlerdir o!
ya gelenek? gelenek: elinin körü- yüzünün kiridir.
yıka yıka-çöz çöz bunların hepsi töz!
böyle karman- çorman şeyler söyleme,
seni deli sanırlar, adam gibi ol, aklından zorun mu var*
okula git gel- herkesin bindiği toplu taşıma araçlarına bin
normal bir insan ol, su iç mesela, banyo yap,
ablalarına telefon et, yeni aldığın kitaplardan değil de etten püften bahset, haber izle, vay anasına naralarıyla katıl kalabalığa
hep aynı şeyler giy, insanların seninle ilgili düşünmelerine malzeme olma, neyse. ben sonra yine uğrarın sana. sen şimdi kalk bir çay koy, belli mi olur,
demleniverirsin dergahında
ehl-i çayın ve tütünün.
öpülen çocuk yüzleri
yok değildir burada bir adam göğsünü metalden arındırmış
böylece gömleğin yırtılma bahsine geçilebilir değil
kuyuya atıldığımdan beridir benimle gömleğin kokusu
babam gözleriyle sarılınca bana
ağacını bulmuş dal oluverdi kollarım
açtım gömleğimi himmetinle erildim
bir ormanı kucakladım.
sakınılmış değil bu benden
‘tut beni’ ‘tut beni’ deyiverdim
tutuldum ve sürüdüm gözlerimi
düşüverdi sağıltıcı bir bohça
ilmik ilmik dudak bastım göğüne
aklım koyuldu boynumun üstündeki çukurda
uykusu çamurla bölünen çocuklarda
yüreciklerine kuşlar üfürülür
bir öğle sonu bildimliğidir ki anneleri babalarını öpünce
çamurlan bölünen uykulardan kuş yuvaları örülür
yok değildir her kuşda bir üfürüş
her üfürüş bir diriliş
gel bizim uykularımıza çamur serp ya ibrahim!
bize de göster sana gösterileni
kuşları parçaladık koyduk evimize, kampüslere, kamusal alanlara
söyle şimdi nasıl çağıralım onları!
bir ses ver ya ibrahim
bu kuşların günahıyla kaldık şehirlerde, evet ama ’larda
kuşlar bize bakıyor biz kuşlara
söyle ya ibrahim, ne diye çağıralım biz bu kuşları?
(ve ibrahim tebessüm ederek konuşur;)
-şüpheden uzak durun!
evsizlik zihinler kıblesiz
‘saklı kim biz sırlı kim biz kimdir sığıntı biziz’*
ve sen konuşunca haya ederek nidâ
kuşlar dağılıyor aramızda bir ormana
dişlerinin arasından
öpülen çocuk yüzlerinden..**
evsiz zihinler kıblesizlik
çocuklarımız nerede , niyedir bu sessizlik
metal sesleri gecelerde gündüzlerde
kadınlarda erkeklerde
tın. tınn. tınnn.
yaklaşın!
herkesin kuşu boynuna asılsın***
____________________________
* i.ö ** s.k *** isra’13
feci felsefeci
s i z !
yağmurun şehre saldığı korkularda kekeme
misiniz
yeni aldığım kitapları okuyamama
korkusu düştü kafama
sizi olmayan kan üşüştü
sizi olmayan kayıp
dikişsiz libas, kekeme kalp
koynumda çocuklar için gözetleme deliği
açık bir yaradan yapılma
kimdir s i z ?
inanmıyorum laboratuarlara
bu yüzden bakılmıyor çarşılarda yüzüme
bileklerim ve alnım islamcı , zarif , kışkırtıcı bu yüzden
bilendikçe kafa tasım taha keskinleşir daha
ha! dedikçe siz
göründüm gözünüze
tahrik, alanlarda, erzurumlarda
feci felsefeci
aha! işte dedirteceğim size
tabutla gidişin tabusu bakî
aç kaldıkça açıldı
çık-rık çık-rık çık-rık
koynum ve yarası
ritmik salınım , delişmen kıyam
ve yuppy çocuklar
ölürken çeçen gözlerim nasıldı
dibi bulunduğunda ayakların ve hayatın
gidilecek yer kalmamıştır
insanın dibidir ayakları
şiir değil neden nasır
onun haberi yok
‘avâzeyi bu aleme davud gibi sal
baki kalan şu kubbede bir hoş sâda imiş’ (baki)
bileklerini pergelcesine koymuş da dönüyor gövdesi
sen bizi hor gördün, har eyledin
bulut ve ağaç kelimeleri gibi yok şimdisi
biz seni ham gördük, hoş eyledik
aç/c/ıkmış da öyle girmiş içine bir deli
mut gibiymiş yer- gök direksiz
otobüs mü bekliyormuş, sigara mı içiyormuş
herkes bir şey söylüyor lakin
otobüs hiç gelmemiş, sigarası da yokmuş zaten
bileklerini pergel gibi açmış da öpmüş
önce ağaçları sonra bulutları
kırk gün kıl yağmış havadan
kırk bütün gün su içmemiş, ne içmiş?
toprak yemiş, demir bükmüş, kalem düzmüş
büzmüş de dudaklarını rabbine naz etmiş
güya beni şikayet etmiş
saçları dökülesiceymişim, deli otlar gibi olasıcaymışım
besbelli ‘ben kandan elbiseler giymişim
bundan onun haberi yokmuş’
varsın olmasın!
yokuş
yaymış yaradan insanı yeryüzüne
ya! rahman
yay yarayı insan yüzüne
ya! rahim
mış’dan in yerine
ya! hayy
yeryüzüne insanı yaradan yaymış
ya! Kayyum
erzurumî notlar
28 Eylül 2006 Perşembe, Erzurum Şeytanın Hilesi
‘Kim Müslüman kardeşini yaptığı bir işten dolayı kınarsa , o iş başına gelmeden ölmez.” Buyurmuşlar Efendimiz (s.a.s). İrfan’la konuştuk biraz.. ‘Müslümanlık çok ince’ dedik.. Ama şu ilahi hükmü de hatırladık: Şeytanın hilesi zayıftır.. İbn Teymiyye’nin bir örneğinden yola çıkarak bir takım meselelere değindik. Örnek şu ; “üzerlerine ağ atılıp hapsedilen bir grup kuş vardır. ( toplum). Belli aralıklarla yem atılmakta ve kuşlar günden güne semirmektedirler. İçlerinden bir tanesi her şeye rağmen ( yemin dayanılmaz cazibesine rağmen) atılan yemleri yemez ve bir köşede günden güne zayıflar. Diğer semirip, etlenen kuşlar bu kuşu hor ve hakir görmekte, yemleri yememesini anlayamamaktadırlar. Yemleri yiyen ve semiren kuşlar başkalarına yem olmak üzere ağdan çıkarılmakta ve kesilmektedirler. Günden güne zayıflayan kuş ise öyle bir an gelir ki ; artık ağın delikleri arasından geçebilecek kadar zayıflamıştır. Ve o kuş bütün diğer kuşların şaşkın bakışları eşliğinde ağın deliklerine doğru yürür ve delikten bir yılan gibi süzülüp çıkar.. Arkadalaşlarına dönüp bakar ve sessizce ama büyük bir neşe ve gururla kuş olmanın uçmak olduğunu onlara hatırlatmak istercesine kanat çırparak özgürlüğüne kavuşur.. artık özü gür bir kuştur o.. “Bu gün toplum, iş hayatı, aile hayatı, okul, tüketim kültürü, popüler tavırlar, modern dünyanın icatları(bilgisayar, tv, cep telefonu, futbol, vb..) üzerimizdeki ağdır. Ve bizi sürekli yemleyen büyük bir aldatmacadır bu dünya düzeni.. uyanık olmaz da yemleri yersek , semirerek güzelleşip birilerinin sofralarına meta olacağız.. güzelleşmek, hep bir göze göredir. Hangi göze göre? Müteyakkız, derin, erdemli ve çalışkan olmazsak bizi bekleyen akıbet ortadadır. Üzerimizdeki ölü toprağını ( avcının ağını) silkinecek vasıtalara acilinden ihtiyacımızın olduğuna inanacağız. Hangi gözle görüyoruz gördüğümüzü? Hangi sevgiyle seviyor, hangi nefretle kızıyoruz? Emniyet telkin edici bir insan olmak diğer pek çok hasletin membaıdır.
13 Mart 2007 Salı , Erzurum Dostluk
Dostluklar bir dağın yamacındaki kaya gibi; engin, açık, izzetli.. güzel dostlar için hakk tealâ’ya hamd olsun. Dostlar ayna. Onlarda kendimizi görüyoruz, eksiklerimizi düzeltiyor, onların güzellikleriyle zinetleniyor, güzelleşiyoruz. Sözün tesiri, büyüsü, şifası dostun dilinden akar üzerimize. Allah’a dost olmak sevdiklerine dostluk iledir. Güzel ahlak güzel dostlarla yaşanır. “İslâm güzel ahlaktır” buyurmuş efendimiz (s.a.s).. şöyle anlayabiliriz umarım ; İslâm, güzel dostluktur.
18 Haziran 2007 , Ezurum Yanmak
Pek çok şeyin sonuna gelivermek..?
İnsan ne ile İNSan?
Nasıl yanmalı, pişmeli de bu çiğlikten kurtulmalı?
Bir daha bozulmamak üzere pişmeli.
Cismini yakıp ruhu bir şelale gibi coşturmak..
*
Uzaklardayım.. uykumda bile telaşlıyım.. nereye böyle?
Sıkılıyorum.. muhasebe.. Yok böyle olmayacak, gün olur gövdem sessiz bir yaprak olur, kımıltısız.. Ya ruhum? Evet, ruhum!
Rimbaud gibi düş-mesem de yollara, Wittgenstein’a uyup üzerine konuşulamayan şey hususunda susacağım..
uzun bir aradan sonra yaklaşık sekiz yıldır yazdığım ve bazı derilerde yayınlanmış yazı şiir ve denemelerimi bir kitapçık şeklinde toplamaya ve blogda yayınlamaya karar verdim. işte kararım :
K İ T A B – I I J Λ Z

Toroslarda, Mavikent’te, Finike’de, Ankara’da, Antalya’da,
Erzurum’da, İstanbul’da geçen günlerim için;
kur’an-ı kerim ve çay için; kalb, göz ve kulak için;
çocuklar ve gülmeler için
güneş ve su için
mandalina ve portakal için
yaz günleri ve deniz için
hüzünlü bir sevinçle ağladığım tüm sabahlar için
tanrıya bir teşekkür denemesi.
“ h ü v e ’ l – b a k î ”
%100 SIBGATULLAH : %100 ŞİİR
– Lam&Elif ‘in kollarında boynu bükük ruhlar –
Yokun gölgesinde nefes alıp veren ağzım, burnum
Bu ne dalgınlık böyle
Ciğerlerimde. Ruh solukta yağan yağmur
Kesik kesik yüzümün denizine yağan yağmur
Bu ne efsun böyle!
Bu git-gellerin ortasında şişman zihninle,
Duygularınla doğuracaksın
Yaşamak denilen babaya , sarışın bir çocuk
Anlamsız sırıtarak kaldırımlarda, mesai saatlerinde
Kendini satmanın anlaşılırlığını asacaksın boynuna
Sence başka türlüsü mümkün değil
Gelenek kamburu böğründe ,
Bir kukla gibisin ağzında sahte sesler
Her şeyi anlamış gibi bakıyorsun yüzüme
Yok sende o maya
40’ından sonra mı ineceksin Yusuf’un kuyusuna
Seni pazarda köle diye satarlar mı bir düşünsene
Laboratuarlarda yok arama
Kıyasa gelmez hakk
Fırına atılıp yanıp pişmeye razıyım
Çiğliğimden çok tadım kaçtı
Yürüyüşün sesin bir müzik
Orkide dinginliği ses tellerinde
Tellerinde benim ruh çamaşırlarımı kurut
Otomobil kazasına benzer uykuya dalışım
Üşüşür kalabalık başıma
Vicdan bir polis değil olsa olsa anarşist bilinçaltı
Kopya ruhlarla geçen Bodrum günleri
Işığın içindeki halatı kemiren dişlerim
Faniliğin idrakinden sultan yaptım kendime
Gün boyu kalbim sıbgatullah aşısıyla sarhoş
Pazar, Pazartesi, Salı, Çarşamba ve Perşembe
Bir de Cuma ve Cumartesileri
Ben kendim ikimiz altçizgi varlık sahnesi
Yüzümün Afrikası ayaklarımın şadırvanı
Benlik dağımın yangını
Kopçası mahremiyetimin
Dalgınlığım Finikeler dergiler şiirler tütünler
Kevaibe etraben
Dalgınlığım satrançta rötar yapan rock
Satrançta ayağı kırılan at
Geciken öpücük
Köpürmeyen kahve
Bir de Pazar günleri
Kanımın ortasına sesinden düşen çocuk dişleri
Çocuk öpücüğü gibi kısa konuşalım
Gençliğimin feminist sabahlarına selam
Dalgınlığımın geniş dervişliğine merhaba
Abdestle konuşan gözlerime spiritüel övgü
Sokak çocukları ve haftanın diğer günleri
Cebrail, 700 kanatlı kitap
ﻻ
Elest bezminin fotoğrafında
Lamelif gibi düğüm atıyorum
Existansiyalist-epistemic aklımın ayaklarına
Ödünç alınan su bardağı gibisin
Üstünde damlalar şiirlerimin öpücüğünden
Çadır kurarak saçlarınla kendi yalnızlığına
Uykulu aç rüya görmüş bir sesle merhaba de bana
-merhaba yabancı
-merhaba bunaltıcı yaz günleri
-merhaba denize inmeler, göğsünde portakal kokusu
Tut şimdi ölümümü sayıkla , olacak şey mi
‘senden bana yar olmaz , olsa vefakar olmaz’
Havada rengarenk ruhlar
Omuzlarını silk , dünyanın tozundan toprağından sıyrıl
Varsın insanlar yanlış anlasın
Değil mi ki ‘kınayanın kınamasından korkmaz onlar’
Avuçlarımda tılsımlı harfler
Kaf Ha Ya Ayn Sad
İbn-ül vakt!
Heraklitin ‘kendimi keşfettim’ fragmanı
Hayy ile göğsüme akan beynim
Carpe diem!
Vicdanların zindanlardan firarı
“That government is best
Which governs least”
Gelen-ek, gelmeyen ek
Aşık isen bir koşu bakıver
Power of now!
%100 art niyet
%100 mustafa
%100 şiir
%100 kesilen kurbanın kanı göğe ulaşmaz
%100 melâmilik
%100 içimde bir Süleyman bir Yusuf var
Biri karıncalar derdinde biri köle pazarında
Bir de İsa, terzisi yırtılan mahremiyet gömleğimin
%100 bu benim yüzüm değim
Ruhumun değneklerinin gölgesi düşmüş yüzüme
İyi bir şiir adamı
Pazar, Pazartesi, Salı, Çarşamba ve Perşembe
Bir de Cuma ve Cumartesi günleri
İnna lillahi ve inna ..
Havariler gibi halka kurar boynuna kement atar
İnci arayan elbet baş aşağı denizlere dalar
Ayak baş olur, baş ayak
%100 melâmet hırkası
İyi bir şiir
%100 sıbgatullah
“de ki: Biz Allahın boyasıyla boyandık”
PLASTİK TANRILAR ÇIKMAZINDA MELÂMİLİK
Ben dilimle döndürdüm orda yaşamı
Dilim dönmüyordu rab kelimesinin arkasındaydı
Dönmüyordu dünyaya
Hayret gayrete getirir dediler
Ben annemi ne zaman öpsem bir bulut ağdı kalbime
Orda karanlık yerlerime sular
Karanlık durgunluklarıma kocaman neşe
Ben ne zaman öpsem annemi
Virgülle bırakır giderim dalgınlık cümlelerini
Work&Travellerde bir taş gibi düştüm kendi kafama
Major filolojik vecde geldi dilim
Bakmadan yüzüne sınıfların,
Bilmem hangi üniversite hangi ders
Ya da kim kimin üstünde adını belletiyor sıkılmanın
Boğulmanın, ötekileşmede yerli malı sendromu
Bak sayın profosör , eşeklere saman vermeye gelmişsin sınıfa
Yutturamazsın bana artisliğini
Naiflikle yaşıyorum her denklemi
Eşek değilim ben, saman getirme heybende
Gözünü kaldır da bak, gözüm yok anlattıklarında
Yola çıkmam için bir neden yok senin duruşunda
Sen benim arka sırada yan durup ilgisizliğime aldanma
Fiziğin bir filolojik mesele olduğunu kaç kişi anlamış şurada
Geçtim koridorları, boynumda lisans günleri kibri var
Size benzemekten korkuyorum bayım
Korkuyorum dilim sürçer de konuşurum diye
Kalırım üstümde captain black yalnızlığı
Yürürüm nerde benim adıyla adımı üst üste yazdığım
Üst üste susarak seni konuştuğum deliliğim
Kocaman sevgili, kocaman mutlu, kocaman haylaz demlerim
İrkiltiyle sordum kendime, ne olmuştu
Ne oluyordu
Savunma dedim kendini
Cahiller arasında kaldık
İşimiz neydi, burası neresi
Sordum kendime, sen kimsin ha?
Nerden buldun bunca öyküyü
Bilmem nerde doğmuşsun, neler okumuşsun
Nerde ne yapmışsın
Ne ilgisi var canım bunların senle?
Ben kimdir? Tekrar başa alıp soruyorum
Bir kez daha başındayım hayat ırmağının
Kendime bir şerh yazmayacağım
Bir çıkma olarak hatırlanacak değilim tarihe
Melâmilik burcundayım
Savunmam yok mahkeme-i kübrada
Hikayem yok, hepsini verdim dilenci yüzyıla
İşte şimdi baş başayız seninle, kendimle
Kocaman sarıl bana
Ha de, çıkalım şu dağa
Çıkmadan inemeyiz içimizdeki yokuşu
Tut göğsünü, tut kuşları
Nefesinle vur yüzüme
Sormadan söyle bana kimlerdensin
Kevser gibi müjde ol yolumun sonuna
İyi bir şiir gibi ağzınla değil gövdenle söyle beni
Present tanrılar edinip hepsini koyver gitsin
Kevser kalsın geride , o çılgın dünyayı unutturmak için
Eskiden öfkeli fikirlerle tekme atardım dünyanın karnına
Balıkları eve getirirken denizden özür dilerdim
Uçurtmam yırtıldığında bekledim rüzgar cevap versin
25’imde anladım
Rüzgar nedeni yok yaptığına,
Renklerle tanışıklığı yok rüzgarın
Renksizlik makamına daha nice var
Uçurtmamı yırt, himmet et efendim
Şu benim Melâmiliğimden felsefe yapmak anlaşılmasın
Eğitim eğmekten gelir
Ben eğile eğile başa döndüm, dikleştim
Buldum rabbin katında neyin nazı geçer : Melâmilik
Durdum, öyle anladım yorgun bir çağdayım
Varlık sahnesinde bir nehrin dalgın bulanık akışı gibi
Bir çağdayım, yüzümüz yok , yüzümüze bakılmıyor
Oysa ben onca zaman yüzümü yonttum secdelerde
Ağaçların altında yüzümü bıraktım göğün şölen vaktine
Her yaşım geçerken yüzümü tuttum anneme,
Hatırlıyor musun? Nerdeyim ben?
Gidişat iyi değil, iyi olmayacağını bile bile burdayız
Bile bile kalkıp çay demliyorum, acıyacak
Bilmeden senin kimlerden olduğunu
Sadece yüzüne bakarak,
Başımı koydum ruhunun aydınlık yastıklarına
Rüyalar gördüm sende
Kokusu boynuma sinen rüyalar
Tuttum boynumu dünyaya ‘öteki’ olarak uzattım
Bu ben dediğimde kim?
Hikaye yok, öyle anlaşmıştık
Melâmilik dediğin de
Hakkımda bildiğin her şeyi unut
Tekrar özür dile denizden
Kevsere dön yüzünü
Ebterle uğraşacak vakit yok
Dipdiri dur şimdi
Dipdiri kocaman sevgili ol kendine
Melâmiliğini satma orda burada
Budur nazın geçecekse sevgiliye
Dalgın pickler yaptım bir ömür
Aha şimdi terk ediyorum
‘Yapmak’ yok artık
Yıkmak, yıkmak zamanıdır
Plastik tanrılarla dolu kalbini
Ebterden bıkmadın mı?
Yetmedi mi bu bıkkınlık
Terk ederek bulacaksın içindeki hayvanı
Tanıyacaksın onu
Tutup kurban edeceksin
Kanı yere akacak, senin kanın göğe
Ne zaman annemi öpsem bir kuş hafifliği ellerimde
Ellerimden tut sıvazla sırtını çocukların
Mutlu yaşa, yont kanındaki hayvanı
Çocuklarla denize in, şarkılar söyle
Karpuz kes, uzan kumlara
Ellerini koy karnına dünyanın sessizce
Denizlerden özür dilemeyi bıraktım
Çatlayarak kendi içimden
Yakarak kuru yerlerimi yaşla birlikte
Yalan söylememeyi denizden öğrendim
Tuzlu bir hayat olsun benimkisi bayım
Çek ordan kendine bir sandalye
Ne oluyor bu yüzüne hele bir anlat
Yüz ki tanrı konuşacak onunla
Onar da çık karşısına
Melâmilikte bulduk biz bu ikramı
İyi bir şiir, iyi bir peygamber gibidir
Onunla hicret edilir
İyi bir şiir, iyi bir hicret gibidir.
Yüzündeki denizde
İçindeki balıklar yüzer.
Sen denizi seversin
Kısa cümleleri
Bazen beni
Çoğu zaman içinde konuşan o yabancıyı
Cahillerden yüz çevirmeyi öğrenmenin zamanı geldi
Kendimin kıyısına oturup da ağlamanın zamanı geldi
Aczin idrakinden çılgınca vecde geldiğim günler geri geldi
FITIK
boşluk var
sana değdiğince dünya
yorgunsun çocukları öpmekten
toprağın köşesi yoktur öylemi
ah! ne gam
nereye varıp sakınmalı
dünya değdikçe karnıma ürperiyorsam
cömertlik bir tâç imiş imanda
gördüm sende öyle manzaralar
bir ekmeği durmadan ikiye bölüyordun
uykunu dayadın duvara bir merdiven gibi
çıkıp baktın hülyalara, içerilerine
en çok da çocukların radyoya şaşırmasına benziyordun
durup dururken söyleyiverdin nasılsa
yaşamak bir tövbedir duraksız
bir seccadenin ucunda kan toplamış ayak bileklerin
sen eğildikçe dünya uzaklaşıyor
kırdıkça göğsünü içerilere
unutulmuş yerlerini diriltiyorsun
bir ayıkmadır akıyor gövdene
bir ip gibi gerildin
ağzından çıkana kulağın yabancı
tir tir titriyorsun, katlandıkça etin etine
bir manadır sarkıyor boynundan
ellerin korkunç karışık
öptükçe çoğalıyorsun
öptükçe karışık
kar gibisin
yağdıkça kendine yaklaşıyorsun
bir çocuk kahkahası salıyor kasıkların
OUT OF HAND *
hamuşluk üzerine postmodern çözümleme
bir ben vardır bende / benden dışarı ~ haşarı
yalın, çok yalın
teşbih sanatlarından bakmadım bıktım.
edebi sanatların canı cehenneme
olduğu gibi derken de ‘gibi’ işin içinde
bir ırmak nasıl akarsa öyle derken de, ‘öyle’
yok mu ötesi-berisi gördüğüm şey-derin
dünyada olup-biteni anlatacak
kelime dünyadan olsa da
ûslub ahiretten olmalı
bunu iyice anladım. kur’an-ı kerîm ne ki?
“ruhun düzensizliği kutsal bir şeydir!”
derken arthur rimbaud
dünyada düzen tutmaya kalkma
yorulursun ha!
yalınlık.. rüzgar..her gün bize uğrayan
evde yok muyuz?
sıfır noktasında sözlük anlam:
yakınlık=uzaklık ; tevhid : hit
aklın kılıcıyla kesilip-biçilen ‘şey’ler..
kalbin terziliğinde
‘ya eyyühel müddesir’e denk düşer
ey örtüsüne bürünen!
kalk! korkut. ekber!
elbiseni temizle!
başa kakma, tartışma!
ey örtüsüne bürünen!
bir rüzgarla çık dışarı
bir şey ne ise o değil, ne değilse odur,
paradoksların dilini tokatlayıp
kendime bir tavır beğeniyorum
rabbimin katından
bir uslûb, bir biçem. bir hulle-i adem
biraz incir ; yaprak ve süt
biçtikçe yeşeren
yeşillik, yaşıllıktır.
yaşamın özündeki ‘ıslaklık’..
su; yaprak+süt ; incir
a dialog from fight-club :
kadınlar tarafından büyütülmüş bir nesil olarak,
başka bir kadının
aradığımız şey olduğunu
hiç zannetmiyorum.
aslında aradığım şeyin dünyalı,
buralı olduğunu zannetmiyorum
kadın dünyalıdır.dünyalıktır
yükünü hafif tut ey göğsüm
hafiflik
semavi rüzgarlar getirir koyar böğrüne
kuran oku ve bak yüzüme
mühim olan ne ki aramızda?
aramız ne ki?
ey rüzgar!
sen olmasan kokardı her şey
her şeye başka bir şeyin kokusu sinerdi
çürürdük dünyada be,
çürürdük bütün bir insanlık.
sen varsın ya dostum,
her şey kendi kokusuyla var
çocuk, kadın, ardıç ağacı ve başka şeyler
uyumak mesela, seninle.
sen gel ey rüzgar
serinlik, hoş nefes
yoğun neşe getir biz fakirlere
biz kardeşlerine
deli savur dünyayı üstümüzden
çılgınca şarkılar söyle bize
göklerden haber ver
unutulduk mu buralar da ha
bizi almaya gelecekler mi?
bir iş bitirince , kalk başka bir işe koyul
rabbinin sana olan nimetlerini an da an
muhakkak
verilen her nimetten sorgu
muhakkak!
şaqqq diye açılacak defter,
‘ikra kitabek’ denilecek
tebessümle çevir sayfaları
rahmani rüzgarlar eser
vav’dan he’den lam&elif ye’den
elhamdülillah! de gir
kardeşlerinin yanına
-hayat, ahiret hayatıdır!
gönlüm sen oyna
kendi dağlarında, ovalarında
gölgelen güzel nefesli ağaçlarının altında
ey gönlüm, kalma sıcağına dünyanın
kalma buralarda. kalma emi.
bir rüzgar çıksa da sevişsem
bir rüzgarla çıksa tanrı dolansa etrafımı
sobelesem içimdeki nefesini
hafif aralansa dudak
korkarım dil yine bir dağı
kaldırıp atacak havayla
korkarım kibirden
allahtan ve kendimden
ben o çocukların sesiyle şenim
o çocuklar olmasa inan bu şehirden giderdim
rüzgar çıkardı göbeğimin kıvrımından
kulağımın kıvrımına akardı
ben anladım ki rüzgar çıksa da bir çay içsek
rüzgar çıksa bir kitap sayfası çevirsem
yok böyle olmayacak tanrım
bir rüzgar çıksa sana geleceğim
huzurda seni isminle çağırmak olmaz
susulur
rüzgar bir ağaca sokulur gibi susulur
çağırmak uzaklıktır
allah demeyi bırakınca erdiğimi anlayın
‘cûylar kim deryaya vardılar, hamuş oldular..’
güzel söz söyle
ona güzel sözler ulaşır
şiir ne ki?
susmak su’dan gelir
su’ya gider
ateş-su-hava-toprak
rüzgar tüm bunların arasında bir arkhedir
ki onları kendi suretlerine bo-yar
benim suretimde bir rüzgar gezinir
bilenler bilir
önüne çıkanı kendi suretinde gösterir
bende vardır bir ben benden dışarı
rüzgar hadi onu al de gel
out of hand to exit from arche
of, to, from, at, in, on
rüzgar bunun neresinde?
ah güzelim,
ben sana dedim sahilde çıplak ayak yürüme
kumlar fena öper
öpmeyi onlardan öğrendim
fena öperim,
bir de rüzgar çıkarsa
artık bilemem.
bir ben vardır out of hand
post-exit from arche
artık bilemem.
bak şunu bilirim
mühim olan dış güzellik!
out of hand!
postexitoo@hotmail.com** from arche
no mail no word
no woman no cry
mühim olan dış güzellik!
islamcı ne satar?
boş versene aslanım
mühim olan dış güzellik
artık bildim. erdim o erginliğe.
out of hand!
yes world no word
göze, söze, öze selam!
_________________________________
* haşarı, ele avuca sığmayan.
**Türk şiirindeki ilk elektronik posta adresidir. imge mahiyetinde kullanılmıştır.
BOŞLUK
“ bir testi yaparsın çamurdan
içindeki boşluktur onu yararlı kılan ” lao tzu
uykuda gibi sessizlikle
ses soluğunu yıkamış asmış içime
her şey senin gibi sessiz olsa
*
kuşlarla ağaçların arasındaki yalınlık
seninle aramızda olsa
beklentisiz gelsem sana
*
boş, bomboş dolsam seninle
*
seninle senin aranda olan kalsın
her şey hiç şeyle
ses sessizlikle
sende olan görünsün boşlukla
içini boşalt ki yüreğin genişlesin
o an gör bak dinle
rüzgar nasıl dolanır
toprağa ağaca suya
*
bir türbe ziyaretinde sabah vakti
durup kapıda sessizce
davet edilmeden gitmenin hüznü
bir su yokuşa nasıl akarsa öyle
*
dinlemek isterdim bir kaya gibi sahibimi
dinlerken çatlayarak fışkırmak isterdim
paramparça olurken gövdem
her zerremde onun titreşimleri
salınmak bir su gibi
bendeki senden sendeki bene
sessizce…
BOŞLUKTA KARINCALANMALAR
“baktım bir karınca sudan geçemiyordu / tuttum suyu kenara çektim.” i.berk
nefesini boya dinginlikle
wu-wei
ne reddet, ne de cehd
ağacın dalındaki kar gibi
silkele gitsin
içindeki kelime tozlarını
*
kalbindeki boşlukla bak
boşluk, bakışının şeklini alır
bırak tuttuklarını, basitçe bırak
*
ıslık çal, ormana bak ormana
bak bir karıncaya
suyu nasıl geçer
bir çocuk akşamı nasıl ederse öyle
*
çay iç
içindeki çaydan geç
yu yüreğini bakışlarımla
*
ya bakışını düzelt
ya boşlukta karar kıl
keçiler kendilerine gider
serin olurdu sabahlar
suyu çarparak yüzüme
bir göle uyanırdım dingin
*
bir patikayı seçerdim
asfaltın yanında
dua eder gibi yalnızlaşırdım
*
kuyudan su çekerdim
akşam vakti darlığında
boşalttım kovaya telaşla yüzümü
*
annem keçilere çobanken
ben oğlaklarla akşamı ederdik
ceviz ağaçları altında zamansız
kalırdım, öylesine bir zaman
bir şey bir şeye eklenmezdi
her şey kendince kutsal sessizliğinde giderdi
ben kendime, keçiler kendilerine giderdi
*
eli belinde çoğu zaman dedem
bir masalcı gibi yürürdü önümde
tuhaf aletler çantasında
bir kediyle 10 yıl konuştu
teşekkür etmez, beklemezdi minnetimi
yalındı, uzaklara bakar çay içerdik
sırtını verdiğinde bir ağaca
bir tek gövde olurlardı
KUTSALLA DEMLENMEK
kuş dalgınlığında ellerim
avuçlarım kanat
alkışlamak için rüzgarı
*
bir göle değdi kelebeğin kanat titreşimleri
gölde bir yaprak kımıldadı
merhaba dedi kurbağa
*
kokulardan anlardım vaktin geçtiğini
sabah çiğ kokusu
akşam yazsefası
öğlende katran ağacı
ikindi de çay
kokulardan varırdım görevlerime
yanıldığım olmamıştır
*
uyudum çoğu zaman
fesleğen kokulu bahçede
bir taşın soğumasıyla anlardım
vakit ikindi
keçiler salınsın!
azık alınsın!
*
bir kaya gibi düşünürdüm
bir kaya kıpırtısız yıllarca
dinledi durdu yerin altını üstünü
HENÜZ DEĞİL
durmakta olan devam durmaya
kerahat vakti girdi ve uykuda çocuklar
uzun selvilere sarıldılar rüyalarda
kuş bile kaderle uçar
anne bacakları..
dönmeye devam olan dönmekte
öpüyor zinde dudaklarla
sırtını bir kertenkele
olanlar oluyor
etinin içinde
karıncalanmalar
eller pençe
bacaklar okşayışlar
‘henüz değiller’
-vallahi
vallahi diye yeminler etmek istiyor canım
var gücüyle basıyor dünyaya bi karınca
ve oturup tırnaklarını kesiyor odunlukta bi kertenkele
var gücüyle varıyor dünyaya bi mustafa
vallahi’ler karıncalar kertenkeleler
‘vav’ miskinliğinde soyunup-kuşanıyor
olmakta olan oluşu oldurana
zinde dudaklarla yakarıyor bi adam
‘esenlik veren adınla
kımıldıyorum..
göğsün bildiğim göğü görmesem
daralırım etim sancır
kader taşımı yontarak kavrıyorum
‘olmakta olan’ı
var gücümle vuruyorum kalp taşlarına
parçalanmalar..
hayretler!
okşayışlar)(henüz değiller
ve oturup
kuyruklarını yeniliyor odunlukta kertenkeleler..
ben sıvasa giderken
iki şıktan üçüncüyü seçtim
akılımdan kuş ölüsü yüzler geçiyor
her yolculuk sonrası durup sorduğumuz soru
burası neresi?
mıncıklanmış başörtüsü sloganlar
imanını kanırtarak kampüslerde
bekar odalarının yılgınlığını savıyor
gazetelerde gözüne ilişen ilan-ı memuriyet
seciyesini kapitala yaslıyor
1×1 kalmanın sıkıntısı maişet
kolları şimşek ağzı açık
gözleri gün ortası günah baldırı çıpplakk
hem sivil ham i’taatsız
bu önemli gerisi lak lakk
kendisi gidebilirmiş yokmuş zor
biz kaçıncı yitik nasıl asi axiyon kor
kim müslüman kim cenabet bilinmiyor
paç’avra’t ortalamaya rıza
göstermediğim bilinsin diye
koppardım aşufte afişlerini şöhret-i şehrin
kani olmadım imla gurallarına kanmadım böylece
üşenmedim dilinin altındakileri yokladım
konuşlandım kuvars yalııınlığına
pakladım abdest suyu koydum bulvara
nasııl yaptımsa yaptım, ayyıktım!
‘burası neresi’ ‘kimin eli kimin cebi’ meselesi
diyorsan külü apazla yuttun, kovuldun
biz erkek dedikse ağızını yemeğe götüren değil
yemeği ağzına getiren bilinsin
ayırdıkca ayırdımında kaldık
varılmıştı ayıklığa durduk es-salaa dedik
kolları bağladık
sıvastaydık
yemin etme çarpılırsın I
koyu ağrıdı yüzüm terlemekten sözsüz
yordum kelimeyi dudak-diş arası yayvan
biriktirilen bir şey mi idim meleklerce yitik
nerede bulsalar beni yazıyorlardı
göğün etli yerlerine bitişik
yosunlaşmayan evlerimiz kadınsız
dalgasıyla tuzuyla vurmayan
kendini kayalarımıza kız
suları
koyu. ağrıyan. yüzsüz.
yorgun. yayvan.
yitik.
etli. bitişik.
-söze itibar yok vesselam..
çocuksuz birikmiyor ben idraki
bereketsiz günlere kaldık
koyu ürküyorum allahım!
derin yaslanmış zihnim fakrın sırtına
oyluklarımda oy! oy! öpüşleri
söyleyin just now!
kim gelir şimdi benlen
tarla sürecek, tohumlayacak medeniyeti
ektiğini biçmeyecek , fakra övgü düzecek
çocukları harman yerlerinde esmerleşecek
kim?
koyu biriktirecekse yitiğimizi şehirlerde
öpsün cool just now oy oy
yemin ederim evde yokum!
yemin etme çarpılırsın II
-amiş efendi damadı babanzâde ahmed nâim’e demiş ki;
matlûbun husulü veya adem-i husulü nezdinde müsavi değilse nakıssın evladım!-
sabun ölüsü köpükler..
düz kılar saklıyı çocuğan sesi
çalı bir çıkrık akılda
saklıyı dürter çıkrık sesi
akıtıyor aklım yan yatmış süt bakırları
kaplumbağa içli kızlara ve bir ağaç dorukta
diyorum, bakın,
çocuk bir kayadır
yontulur dudakla
etimin doğrulup kalktığı ruh değnekleri
seni yitirdikçe bulduğum tebessüm
uykumun çarşıyı gezeni
hayır! nedir bildim ilgisi dağlı yanımın
allahın bana dertlendiğim yerden değmesi
değil ezberimde aklım değil
ve belki kırışmış günler geçirdim
keçi güttüğüm dağlarda
yabani otlar topladım yüzümden
ve yine gece benden evvel aklını yitirdi
zor çıktı sabaha
/ size deli denmedikçe imanınız sahih olmaz! /
üşengeç taşlar gibi düşündüm
tankerlerde biriktim
hikmeti söktüm, heceledim bezm-i elest’i
sen bil bunu. öğlen uykum ol
yay kelimelerini içime niyetlerini korkusuzca diz
duş alır gibi şuh bir yüzle
ko elini koklayayım düzle alnımı
kazı.
çeyiz niyetine hüzün biriktirdim
gördün işte dayanılmazlığımı, itaatini isterim
sıvazla hayretini, kucakla öp!
hüzün harabelerim altında hazinelerimi
bileklerini çat boynuma hohla
benden sarksın belden aşağın dünyaya
nur yay nur ol
gölgen olmasın yer yüzünde
canı çıkıncaya salla içimin ormanlarını kurut
yapraklarını dök hafızamın
çöl pahasına göster kendini
bi numaran olmadığını göster
ve en nihayet
de git! bir seraptır dünya hırs çölünde
elâ!
ÜRPERMELER
elbet bir hinlik vardır seni sevişimde
ey kanıma çakıllar karıştıran isyan! (i.özel)
ben geceye durdum öyle tıfıl kızgın. dürdüm caddeleri aklımı vitrinlerden kopardım. sözlerim un ufak oldu döküldü sükut taslarından. caydım süt çekildi göğüslerden.. aşerdim bir hak kelamına, arandım ten çöllerinde tin kuyularında sere serpe serdim kalbimin taşlarını önüne işte.. al bunlardan vur kafama, kanım bir bayrak gibi açılsın üstümde. sürülen tarlaların coşkusuna kaptırdım kendimi, seher vakitlerinin çıplak omuzlu şehvetlerine, çalılar arasından yürünülmüş akşamlara, yere dökülmüş tuzlara, baharın utangaç çayırlarında kişneyen kısraklar aşkına, uzun süren kıyamlara ve kırılmış dallar gibi sarktığımız rükûlara selam olsun…
selam olsun ki hallerime , hallerim deli sular gibi boz bulanık akıyor ellerimin karanlığından.. varıp duracağım muştusuna kabirlerin, varıp yabanıl hatıralarıma allahım seni soracağım.. seni senden seninle akacağım.. gah sabr ateşinde gah suların akışında kadınların gebe kalışında tarlaların verdiği dinç duygularda okuduğum kitaplarda yürüdüğüm yeşermelerde aşıladığım fidanlarda her şeyde her şeyden her şeye senin adınla: bismillahirahmanrahim. ben geceye durdum öyle tıfıl öyle kızgın; işte ufalıyorum göğsümü ufuklanıyorum, çatıyorum bir uykuyu bir isyana ; durun ey yaşamaklar! ben de bilirim gece düşünce yatağıma bir akrep gibi her yanımda sokar, her yanım zehirli hatıralar, yanlış yumaklar, üstünkörü dokunuşlar, ve her nedense rengarenk kuş ölümlerine koşuyorum, alkışlıyorum sokakları, iyi ki arklarda geçirdiğim nöbetler var, biliyorum hayat beni bağışlar, hayat beni kendine yakıştırır, terk edişlerim ip ip ulanır susuş yumaklarına dolanır, ve bir zaman gelir ki can; kim zerre kadar kötülük, kim zerre kadar iyilik.. hiçbir şey yarım değildir.. odur. o kadardır. ondandır. onadır.
nasıl ki tok bir kalple ağlanmaz, öyledir sözcükleri zihnimizde yan yana yapıştırmanın naylondan hışırtısı.. ta uykularımızın içine.. çocukların göğe değen uykularının içine.. her şey naylondandı o kadar.. asaletle isyan edecek yerlerimi ağaçlara astım. kulaklarımdan kuşlar çıktı her sabah namazında.. kadına ve sofraya bismillah! deyip başlamanın tam zamanıdır.. benim çayıma kuş sesleri karışır, söz bir kuyu olup çıkar soluğumla birlikte, göğsümün maşrapasını bırakıverdim gitti karanlığa..ne girip çıktıysa içine bende o ses ve renkle vurdum kendimi saçlarımın sahillerine.. saçlarımı sallıyorum söz kuyusuna kovanın ipi niyetine. hem ne demiş bir çinli: kuyu derin değil , ip kısadır. şimdi soralım: kuyu kısa, ip derin olursa , neyin ipi, ne kuyusu diye sormazlar mı adama.. sorarlar..
kapılarda buhur kokuları gibi kaldım
bir kırgınlığı bir çocuk yüzü gibi yaşadım aylar geçti. alnımın kıyısından sarkan iplerle düğümledim göğsümün içindeki kalp kırgınlıklarımı. uyanışlarımda gövdemden süzülen rüya tozlarından dağlar tepeler yığıldı odama. her sabah önüme çıkan sahillerde yürüdüm, deniz kabuklarından çıkan fısıltılarda bulduğum sırları eve gelirken kuşlara kaptırdım.. buhur ve buğu gibi geçip gittim ev önlerinden doğu kentlerinde. böyle tırpanladım içimi, bir nohut gibi yoldum ve kuruttum göğsümdeki damarları.. harmanlandım sıcak ve susuz bir dağ başında göğü yüklendim sırtıma ve taşıdım yıldızları dökmeden ..meleklerlen tanıştım uykularımda taşın içinden çatlatarak çıkan sulara sürdüm tenimi. yumuldum ürperdim dizlerim ağaç dalları gibi sürgünledi kendini. karnımda kitaplarla dolaştım, satır satır kelime yedim doydum, yetindim, bu sevindirdi beni. güldüğüm de bir yalnızlık sindi kahkahalarıma ardımda onca akşamlar yürüdüğüm kervanlar uyuduğum gölgelikler ve sırlı sırsız açıp içinden geçtiğim kapılar çıktığım gövdeler gömüldüğüm toprak yanıldığım kadın berkitildiğim saç sakal ve hiç görmediğiniz çocukluğum… kırdığım oyuncaklarımı aradığım yerler gibi oldu şimdi yaşadığım kent travmaları.. zili olmayan kapılarda nasılda bekledim.. nasılda fotoğraftakini kızım sandım.. yanıldım upuzun uzandım .. isimleri nerde nasıl öğrendim.. kimm tutuşturdu elime bunları.. ben okuma bilmeyen bir peygamberin adını bir inci gibi taktım boynuma.. inci taneleriyle buldum yolumu.. saçtım savurdum ne yapıştıysa üstüme o karanlık ağızlardan o yılkı kitaplarından.. hatırladığım yüzler durgun su üstünde dağılan yapraklar gibi. bir yaprak ol şimdi desem göğsümdeki küvette, küveti taşırmadan yüzen bir krizantem yaprağı ol desem.. olmazsın biliyorum.. kelimelerim ipe dizilmiş karıncalar gibi .. süleyman peygamber ve cinler belkısın tahtını nerdeeeeen nereye nasıl getirdiler.. öyle bir şey değil kelimelerim.. ol dersem olmazsın .. biliyorum.. zili olmayan bir kapının önünde duruyorum..
kuş dalgınlıkları
[ giriş : gece yola vurunca gövdemi göklerin ihtişamıyla sükûn buldu uzuvlarım]
bilge bulutlar gibi geçtin göğsümden
toprağımın yüzü nicedir sana dönük
dönderdin rahmet çarkını göklerin
bir bulut dansına değiştim kitaplarımı
bırakınca elindeki poşeti ve tokalaşmaları
üşümüş bir oğlaktım saçlarınla titreyen
sen koşmaya zorlama diye beni
ayaklarımı kuş dalgınlıklarında dolaştırıyorum
ve sen konuşunca dişlerinin arasından kuşlar dağılıyor aramızda bir ormana
ve ben açıklayacağım secde sesiyle yüzümdeki korkuyu- alnımdaki çizgileri
bacaklarımdaki çalıyı ve niçin okulu terkettiğimi
ve devamında başka şeyleri.. sigara-çay içerek.. açıklayacağım küçüğüm
ve nasıl zikredildiysem orman sabahlarında su sesleriylen
o kuşlar küçük hanım,
gün olur seni de beni de bir ormana terk eder…
[çıkış: (exodus-exit) aza-i kafi ifa ]
GÜL LAMBASI
eşyayı yanlış yerinden kavradın
ellerinin hafızası yorgun
beni de evet, beni de yanlış anlayacağın
şeyler söylememe imkan verseydin, doğururdun
dur! orda kal! tebessüm sınırını çoktan geçtin!
modern kuyularında kelamı eğik ekin gibi biçtin!
hayır canım, bu şarkı öyle söylenmez
her yanı melek salyasıyla bu gökyüzü
beşer kafalarının içinde bir sesi kımıldatır
‘vescud vektarib’ eşyanın adı adıma yapışıktır, söylenmez
kan pıhtılarında durur düşünürüm: söylenmeyen etlenmeyendir
etlerinden bir ev, etlerinden bir çocuk yontarım
göğül kurbanlarımda derim derine değgin
köpürür de köpürür salyası meleklerin
söylenmez bu ağır yük hangi yazgının kılıfıdır
solar çocuk sesleri sokakta , yabancılar evin damına anten kurar
hangi tv kanallarında hangi suça kanalize ediliriz
anlaşılır kapılarda köpürmüş ağzıyla evlerin mahrem yerleri
henüz seni ve geceyi anlatmadım, bir felaket olduğu besbelli
kayaların düşünmesine benzer bir hal kuşandım
hıncım ipliklerle pekişti ve seri kitaplar okumaktan
serserinin biri gibi görünmekten ve parasızlıktan değil:
dur! orda kal! demem
çünkü; hep seferi kıldım namazlarımı,
hep 90 km ötede ve 15 günden az kalıyorum gittiğim yerlerde
dur! orda kal! de bana,
çantana koyduğun faturalardan en son bezelye aldığın anlaşılıyor
‘her yanın dudak, üstün bezelye taneleri’ demişti cahit zarifoğlu
ve elbet sen bunları bilmezsin,
durup dururken yanlış anla beni diyen bir adamı da
ağaçların büyümesi gibi anlaşılmaz
kırılmış saçlar gibi kırıldım, her yanım dil ağzım melek salyaları
hangi boğuşmadan dönüyorum, sana bunu söyleyemem
küçük güzeldir, hep buna öykündüm
yumurta kırar gibi düz bir anlamla dua ettim
‘aklımın tavasını senin nurunla kızdırdım,
bir yumurtadır hayat çünkü, allahım’
ve başka şeyler söyledim allaha
bir musluk olup ince ince günah ve nur aktı hafızamdan
bir muska olup girdim koynuna
tüm sükun bulmuş yerlerimle,
çocuk ellerine benzer gövdemle
oyunda kaybetmiş sesimle, yüzümle
toprak evlerde uyuduğum saf berrak zihnimle
zeki çevik sevecen kımıltısıyla boynumun ve
kas yığınıyla derimin altında, öğüt öğütebildiğin kadar beni
bir açılıp bir kapanan değirmeniyle gümüşi gövdenin enfes
mitoslarda seni anmadılar, ben andım enerjisiyle terlemenin seni
ve dur! dedi şimdi bir ses!
hayatıma bir kılıf bulamadım,
zanlarım çat çat kırıldı kısır evlerde
yuğundum şehirlerarası yolculuklarda mescitlerde
farelerinde kız alıp verdiğini işittim
beyaz peynir ve kız kapanları
dur! dinle bu çağın kadın tıkırtılarını
durmadan anlayamazsın, durmak için koş, alkışla toprağı
yorul , kalk ve başka işle yoğrul der tanrı
bize göstereceği bir eşya ve hikmet olmalı
tanrıyı bekletmeyelim
yorulalım, kalkalım tütünlerle çaylarla
başka evlerin kıvrımlarında yorulalım, uğv uğv uğv
kendi üstüne katlanan bir yazgıyla yazılalım
çiğ et gibi şaşkın olma be kadın!
senin kıvrak yerlerin gibi değildir anlam!
bir uğultu bozgunuyla çölde kahve içmiş sesinle
neyin uykusunu uyudun ki mahmurluğun intiharı çağrıştırır
intihar dedim de senin aklın bilirim
hangi çığlık atlasını getirdi koydu diline
o öl kışkırtısı yok mu kitap satan çarşılarda
bir film fragmanı gibi giyin! yanılt gözlerimi
tefsir dersinde kelimelerin ensesinden yakala,
dipnotlara ver sırtını, seccadenin içinden kuşlar çıkarsa,
şaşırmış gibi yap! çayın seyr-i sülüğünü düşün , ağırdan ve incelikli
komşu evlerde sıkıl da, pencereyi aç, ılık ılık sarıl gecenin sağır çarşafına
ezdim bütün çiçekleri yine de canavar dedirtemedim kendime
ölüyü dirilttim yumurta kaynatır gibi tavada, tuttum öğüdünü sezai
kabirleri yara yara ulaştım toprağın ötesindeki ‘gül lambasına’
içimde intihar komandoları
_cemre’nin göğsündeki kan dolu hokkaya batırıp dilimle yazdığımdır…_
yoktun, varoldun varlığın varlığıma aşikar oldu uzak dağ tepeleri gibi
sabahları uzun uzun baktığım çay içerken içimden geçirdiğim kuş fakiri
bir
gökyüzüne olan dualarım ve çipil çipil bir yağmur balkonda gün boyu
kahve
içip “uzak yakınlıkları” kurgulamak oysa yapacak işler birikir odada
birikir zaman üstüste yığılır “an”lar birikir kırgınlıklar kahkahalar
duvarları yalar yalınızlığın saklanmasıdır hayatıma giren nadir
insanlar
vardır gelip giderler aradabir oysa hiç bir şey olmaz onlar gelip
gittiklerinde evet hiç bir şey olmaz gelip giderler herkesin hayatı
biraz
böyledir akşam yemeğine roka haşlarız uykularımız delik deşik
çarşafımız
bakir hayatlar ülkesinin haritasıdır nice rüyalar gördüğümüz
yittiğimiz
yitirdiğimiz kaçışlarımız yüzümüzü sakladığımız “duvar”lar okuyup
okuyup
sustuk bize bunu öğretti kitaplar arada bir fısıltı aradabir coşkulu
meleksi tebessüm ılık ılık ikindiyi akşama bağladık kollarımızdan akan
yılgın bir enerjiyle fakir bir kalbimiz vardı her şeyden önce yuduk
yıkadık
en güzel yüze yusuf sursine açtık kapımızı aydınlandı sokak aydınlandı
içinden çıkamadığımız “kuyular” çıktık veunuttuk çıkışı unuttuk
züleyhayı
unuttuk en insan yanımızdı unutmak ve unuttuk ve yanlış hatırladık
isimleri
isimler bizi bize hatırlatacak içimizdeki mikrofundu yorulduk
aramaktan
susadık cemreler düşmez ne havaya ne toprağa nede suya cemreler
uzaklara
düştü uzaklara yürüyecek takatimiz kaldımı rabbim, uzaklar bir yağmur
gibi
serildi önümüze uzandık ve ıslandık cemreler düştü kalbimize doğru
toprakla
buluştu tohum var git varlığın selamette olsun! cemreler hep ama hep
kalbimize düşsün! karıncaların ağlaması gibi ağlıyorum
iyiliğinde hepsi bende kötülüğünde, iyiden de kötüden de kaçmam,
kaçmam ben
kendimden, yabancılaşamam kendime, toprağa yabancılaşamam
bir dikenle yaralansam ben dikmişimdir onu
atlas olsun ipek olsun ne giymişsem ben iğirmişimdir
bu böyledir, bilirim.
perdeler!
perdeler!
perdeler!
cemre, çek perdeleri, akşam oldu!
bir perde ol şimdi bana
bir karınca gibi ağla
ne yakın ne uzağım
içimin gökyüzünde yeraltında bir deprem yarat
içimi dışa bük
dışımı yokuşa sür
perdeleri çek, cemre;
hakkında bilgi sahibi olmadığın şeyi allahtan isteme!
<içimde intihar komandoları,
perdelerin çekilmesini bekler!>
saatli bomba
bıççaklan doğranmış dudak izli kelimeler ve etsiz iskeletler ve modern kablolar..
…ıssık ağlamalar görülmüş kadınlarda ve devamında çocuklar ve naylonlaşma..
neyse, hep beraber büyük salona geçilmiş ve ;
saatli bomba ‘yı pervasızca okumuşlar koro halinde:
öyle ölümü deneme çocuk
bu evin tavanı yok, sence de mi yok?
gök yüzüne bakarak da ölebilir insan
ofhhh neyse.. buruştum uykularımda ve telefonlar
çaldı rüyalarımın içinde
kuşlar yanarken elektirik tellerinde göğün
etini sıkıca ovdu bir saatli bom-bomba
…
namaz, yeryüzü ve yakarış
kağıttan uçaklar gibi düştü bu pagan yüzyıl denizin ortasına
secde, deniz ve ada-yış
kağıttan bir gemi yap beni ey çılgın elli peygamber..
senin ellerin ve devrimler..
dergiler , erzurumlar ve dibine vurduğum demlikler..
ezcümle
acı bir tütün gibi arıyorum yavrum seni
ciğerlerim temiz, nefes alışım düzgün, kahretsin!
acı bir tütün gibi saracağım uykularımı uykularına
etini sıkıca yoğuracağım bir saatli bomba… yakarış…
ve biliyorum
benim de ellerim çılgına dönecek..
haydi çocuk, çıkıyoruz buradan!
tenhada terlemek
‘saçını dök sineme, derdini söyle..’
sen uyurken de ırmaklar
yatağında usûl usûl ..
gazeteler , dergiler dizilir
yeraltı matbaalarında yaprak yaprak..
traktörlör tarlalarda yamaçlarda
bir duanın şeklini çizerler
sen uyurken siz olursunuz büyülü..
yağmur düşürülürken gökten
annenin çoçuğunu leğende yıkaması gibi
helecanlı, berrak olur yüzün ellerin
konuşkan kaslarınla
büyük dişlerinle büyük düşün
sen uyurken kur’anlar okurum yüzüne
senin haberin olmaz
çehrende bol toprak, ince kemikler
aydınlık çocuk yüzleri
hüzünlü biatler belirir…
çehrende göğsüm tomurcuklanır
sen uyurken
ahiret denizinin kıyısına
vurmuştur çehren kendini..
aklım kafatasımın çukurunda
tenhada terlemenin adını mırıldanır
iffet!
ölüm bir taş gibi yuvarlanır üstüne
telaş kayalarından
iffetli çehrenle çağır uykuna geniş sözcükleri
garibliğini yadırgamadan kıvrıl içine de uykuna uy!
biliriz, siret surete sirayet eder!
kırptın göğsünü kuşlara
iri anladın kuşları
onların diriliş muştularını
derin yalnızlık uykularında kabuk bağladı
vurdun göğsünü ağlamaklara ,
ağaçları birbirine çarpan ormanlarda nasıl da uykusuz düştü yüzün ellerine
küçük bir hanımdın , gamzelerinde nice heyulalarla gemiler ağırladın
vardın iklimine çocukların, kopardın çiçekleri ve sürdün ellerini sabah çiğlerine
zihnin hızla adımladı kaldırımları insanlık dramlarını
acımsadın taaa uzaklarda bir akşam üşüyen çocuklar aşkına
tuttun alnını ve sordun soruları küçük deniz kabukları misali rüzgarlı ..
kumları sordun.. terlikleri sordun.. kuşları.. balıkları.. aç çocukları.. yalnızlıkları.. savaşları
sonra kaldırdın alnını kocamaan denizi kucakladın saçlarınla..
ve her şey kendi kuytusunda çalkalansın istiyordun .
ve sen şerbetledin vakitleri! namazla ikramla muhabbetle direndin
modern dünya çıkmazları karşısında..
heyy! çocuk!
güzel cin.. nerde kelimelerin?
tahta
yoksul ellerimde ekmek ufala
soğumuş çayı ısıt ver
sabrı yok bu dünyanın bana
sanki ben bilmiyordum
ekmeğin fiyatını, sigaranın zararlarını
tahta göğüslerini kadınların
sahi bilmiyordum ve durma
kelimeler bıçaklıyordum ağzımda
gövdelerin inşaatından hatıra
tahta yalnızlığı ağzımda
durma!
inşa et, onar bu ellerimi
bu kaburgamın arasına
çocuk kahkahaları salıver
üfür kalbimin borusuna
çayı ve kitabı oraya bırakıver
haydi, durma!
allah kelamıyla serin yont göğsümü
destur de!
sabrı yok bu dünyanın bana
durma, öldürüver, öldü deyiver..
çınlat bıçakla kelimelerimi
ve n’olur ‘iri anla’
bir dere yatağının uykusu kaldı gövdemde!
yüzümdeki kayalıklarda kuş kımıltıları,
keçi tırnakları, tuz taşları, çocuk utanmaları
canım ya rabbim,
uyandırıver hikmet etlerinde bir tahtayı!
tahtalarım, gelin kırılın gövdemde.
bıldırcın ve göçebelik
çünkü ölüm bir başka rüya olmalıdr. küçük kelimelerle bir kenti anlatırız. dublin mesela.. göçebe olmak nasıldır, öğrenilir..
undergorund bir hayattı geceleri benim gövdemin soluduğu yer.. underground olmak ne büyük iş ya rabbim.. waking and waking! dreams.. sanki başkalrı yok gibi soyabilirsiniz beyninizi ve yüreğinizi.. doğu ekspresinde sigara içercesine mutlu..
bıldırcın gibi kelimeler vardır, sık rastlanmaz. kent sokaklarında yanlış bir hayatı yaşdın ulu bir şaman gibi.. hangi ayine katıldıysan senin elinden bozuldu halka.. dikiş tutturamdın.. elindeki mühür yabanıl .. doğuda bulduklarını batıda sattın, geçindin beş on gün.. ekmek tütün kira parası.. batıda yaşam yitirmek üzerine kurulu, anladın, lakin bu arada doğuda neler oluyor..
hastahane kapılarında karşılaştıklarım gibisin en çok ağrılarım
sarsıntılarımsın kuyu kuyu uykularımdan çekip çıkardım yüzünü
parmakalrımın ucundan acun uzaklıklar akıyor.. ve kertenkelerler.. nasıldır bilemezsin.. trekkinglerden vazgeçip yola çıktığında anlarsın k2 yi.. bir yerden başlamak ölümcüldür dağda kısadır gövdelerin şovu.fütüristik olamazsın.. saç-sakal yırtık bir elbise gibidir. kör düğümler atılmış bir örtüdür kadınlar ve erkekler.. doygunluğu ezberletir inzivalar.. yetinmek sevindirir..
her ne söylemişse şaman, doğrudur..
bir yanılgıdır bu dünya, bu kentler, bu kadınlar, bu uzaklıklar bir yanılgıdır.. alegori ve ironi..
besbelli “ğill etmiş” kendini, içimizdeki iyilik meleği..
bellevue sarayındaki (berlin) henry moore kelebeğini kim görmüş, ne düşünmüş?
ecza
herkesin göğsünde “bir” kalp vardır
dedi.
– yeni gelmiş mektupları masaya koyup saatlerce baktı..
telefon… acı acı çaldı…
geceden açık kalan pencerede sabah oluyordu..
ezan sesleri..
kahve ve sigara kokusu..
oraya buraya dağılmış organlar..
kitaplar.. fotoğraflar..
sessizlik..
-herkesin göğsünde bir kalp vardır !!
yırtılmış gömleğinle ne gezersin yusufum!!
-söküklerimi dikecek bir terzi .. kadın?
rahim.. ve ecza.. kızım
beni evime götür .. lütfen.. beni annene..
kalbim bir asansör müdür?
diyelim öyledir.. kaç kişilik?
karşıdaki kayalıklarda dün uyumuş kalmışım. bunu nasıl anlatabilirim. bir klavye ile nasıl seslenebilirim. her harf bir tuğla elimin altında. peki ya harç? peki ya bu söz evinin tavanı? söz evinin akustiği? söz evinin penceresi ,kapısı?
*
imdi kapıları çarparak çıkamıyorum.. dönmem gerekebiliyor.. yıllar bir söz evinin kapısına bana bunu yazdırıyor.. ‘kapıyı çarpmadan çık.. dönmen gerekebilir!’
*
sultanım, sıcacık bir çorba gibi sesini duysam bu sabah.. içsem içsem her şeye bulaştırsam sesini.. senin sesin taşınabilir bir şeydir biliyor musun?
utanıyorum, nasıl desem; sesin olmadan kuşanamam bu yazgıyı.. sesin, nefesin..
*
hayır! bu zemin katta oturmanın verdiği ‘dibe vurmuşluk’ duygusu olmasa , atlayacak bir yer bulsam , bir balkonum olsa mesela, durma şarkılar söylerdim.. şarkılar söyler atlardım mutlaka sokağa; dibe vururdum .. balkonların bir bedeli olmalı değil mi ya.. oysa ben her gün zemin kat evimden atlıyorum kitaplara, yoğun atlara, aç kısraklara, soğumuş çaylara, ıssız sızılara..
*
evet! yıkılmış bir adamım ben. ikinci el bir kitap.. arasına notlar düşülmüş.. hafızası çizilmiş bir adamım ben.. arka kapakta şöyle yazılmış: bu adam saçlarıyla boyar yastıkları, yastıklar ayet kokar.. yastıklar sultanın saçlarını saçlarına düğümler.. her gece nurdan çocuklar kımıldar kafasının içinde.. her gece biraz daha çok çocuk.. ‘yok çocuk falan yok öyle şey..’ ağlıyorum.. çırpılan halılar gibi hafızam.. ağlıyorum ve coğrafya altüst oluyor..
*
aha bu benim işte!
bunlar , bunlar da benim kopkoyu göğsüm. çoğul bir göğüs.. göğ.. üs.. hayret! rüzgar nasıl da ip ip eğiriyor bulutları.. göğü nasıl da nakşediyor.. üstümüze şefkat giyelim, iddia ediyorum, şık duracak..
duracak kainat bir an, benimle dön diyecek.. benimle dön..
*
-nerde kalmıştık?
şefkat. yurdumdur. taifte bende olaydım ya resulallah; ayağından akan kan şimdi damarlarıma ruh oluyor.. yurdumdur, şefkatin, ahlakın.. avuçlarıma abanan yüzüm sürekli değişen çölde kum tepeleri gibi.. nerde kalmıştık? sokağın ortasında.. sakalımızla.. tuz eker gibi geçiyorum sokaktan; kötü bir salata.. hazımsız ukalalıklardan.. şefkatsiz sarılışlardan.. tuz eker gibi oluyorum işte.. tuz taşları oluyor boğazım.. göğsümde yanan cennet baharı.. ve çağlalar.. ‘ve kevâibe etrâben ve ke’sen dihâka. lâ yesmaune fiyhâ lağven ve lâ kizzeba’ kaldık işte sokağın ortasında; iyi ki sakalım var. bu bir yerde ‘duruyorum’ demek. ruhum ip ip gerilmiş , kalbim bir asansör mü benim? kaç kişilik?
*
eşya bir an olmasa, esma çıldırırdı.. peki ya insan?
*
esma var, eşya da.. ama bunlar iki kanat gibi işte.. kanat kalpten epey uzaktır.. kanatlar gövdeden ağır olursa uçmak bir zulme dönüşür , uçuş güvenliği için secdeye gidin ve elleri sıkıca bağlayın, safları sık tutun, allahın rahmeti üzerimize olsun! düşüren ve yükselten allahdır! allah diler, esma eşyanın pamuğu olur. pamuk yükselir ve düşer..
*
müslüman iki namaz arasında yaşayan hz. insandır. birini kılmış, diğerini kılacaktır.. olmuş ile olmamış arasında; olmuş, olmamış olamaz’ın hakikatiyle yaşar…
*
kelam deyince, belagat deyince; ey iman edenler; iman edin!
*
eve dönmek, ne çok şeye dönmek..
*
kımıl kımıl bir ses işte.. dur yapma, ayartma beni çocuk.. yorgunum, beni kumlara , çakıllara, akşam vaktinin darlığına çağırma..
*
bir bebeğin elleri, tûba ağacının filizleri …
*
çıktım, baktım ki sokağa; çın çın çınlıyor peygamberin sözü..
‘pazaryerlerini terk edin’
*
sen bakılması yasak olansın! bakamam.
kudur işte! bakmıyorum!
*
ten ve tin! tez elden akrabadır bunlar.
*
aşk yıkıcıdır. bkz. yusufun gömleği.
şefkat onarıcıdır. bkz. yusufun gömleği.
filozofun sökükleri dikilmez !
namazlarında durduğu kıbleye kalp atışlarıyla değen biri olmak yerine
ne işim olur benim bu şiirlerle..
.eczahane
içimde patlayan sevgilim
gıdısından öptüğüm tüylü kadın
kalbimdeki ecza
beni evime götür.
şöyle 9 yıllığına bir ölsem diyorum.
orda burda kalmış oram buram
buram tütün saatlerim.
boynumdan sarkan bir damla suydunuz
beni çırılçıplak kalbinize koydunuz
böyle açlıklarda insan kendini olmadık şeyler gibi
bir kedinin uyuması gibi
ne demeli: bir kadın var, çok şey anlatır
kalbimizin içinde buz tutan denizi dudağıyla eritir gibi
allamel insane ma’lem ya’lem
dişlerimin arasından fırlıyor zikir çırpınışları. gün dediğimiz bir içimlik tütün mesafesinde öksürüklerlen geceyi öpüyor. meleklerle aramda şellaleler var. kahkahaları tenimde bir kök boyası, ruhumun ipliğini örseliyor, dua dua tırnaklarıma değin örüyor. tırnaklarım suskun bir özlemdir kanımın içinde dolaşan secdelere.kaburga kemiğim uğultulu orman geceleri gibi sarsıyor cesedimi. dağlardan yeni indim. dağlarda giydim üstümdeki göğü, göğvdemin duruşu öyle: yalın. bungun sesim öyle: taşın karıncaya söylediği. karıncanın kara bacaklarına ipince uzanıp rüya gördüm. ölü bir balık nasıl uzanırsa öyle. kaplumbağa devrilmiş zihnimde. dokun dokun diyor soluğuma. kımıltı! asmalardan sarkıyor yüzüm. musluğu kapatıyorum. sesi kısılıyor suyun. abdest aldığım su fısıldadı bana: tenindeki vızıltı;göğden inen cebraillin kanat sesleri gibi. tuttum ellerini mektubunun içinden: aklımı koydum boynumun üstündeki çukura. benim konuğum olmadı hiç. hep ben sıyırdım kabuğunu; sözler ardında kemiğimsi sesinin. burkuldum çocuk. oyunlarımız benzemiyor hiçbirşeye. her şeyle kara sabanla başladı ; serseri yüzyıllar geçti arada.. adımı bir pir’den işittim. dişlerimin arasından fırlıyor zikir kımıltıları. soyundum göbeğimi yeniden bağladım anne şefkatine. oğul oldum kadınlar: aslında neyi nerede sezdiler. bir tütünmek biliyorum, birde yazı: ekmek. tütünmek: kılcal bir şey. tırmalıyorum yaşamı. kadın zihinlerinde tembel bir yılan sürüngen ve leyla.. ben mecnun olduğumda bütün kadınlar şirin oluyor. sustuğum istasyondan mezarlıklara ve karga seslerine çıkıyorum. bir dağın içine içine, üfleye üfleye, etimi kemiğime, kemiğimi ruhuma, ruhumu meleğime sarıyorum. meleğimle sarılıp yatıyorum. saçları, ah saçlarından akıyor kevser ırmakları, ağzımın tasını daldırıyorum: göğüne: meleğimin: ah nasıl bir berekettir bu: çoğalmak: arınmak: ölü bir balık gibi uzanmak tuzlu dudaklarına sevgilinin: dudak: upuzun okyanus çölü! bu çölde sallana sallana rakstır: göğvdemin sarsıntısı: dişlerimin arasından uzayan zikir: iniyor yüreciğime: bu dudaktan sonra.. ağzımın tası taşmış: dilim kalbimi kurcalıyor: yalıyor: bir dudaktan bir dudağa çarpıyor: kalbim: ruhumun iplikleriyle dokunmuş bir göğvde: … kalbimin içinde bir melek parmaklarını emiyor: yüreciğime fürüzan: damarlarıma kan: meleğimin kalem sesleri.. “kaleme and olsun ki.. ” kara bir kömür gibi yanıyor ve ancak öyle yazıyor: kalem.. allame bil kalem. allamel insane ma’lem ya’lem= o. (c.c)… meleğim çek aramızdaki perdeyi. yırt gerekirse. bak ben öylece uzanmışım ve soyunmuşum: göğüm karanlık: göğvdemde göbeğim şefkat emiyor annemden.. gel kuşat beni. gel anne ol. kanat seslerin bir kayadan akan su sesi… derin ve yalın bir suskuyum buralarda.. bir tütünmek biliyorum bir de serilmek.. uzanmak.. usumun kıvrımlarında senin kahkahaların akıyor. yapışıyor dilime hiç sokulmadığım dilin. yüzmek: yüzmek: yüzmek istiyorum boynunda.. göğsünde inip çıkmak bir dağa bir kuyuya.. .
dişlerimin arasından fırlıyor zikir çırpınışları. gel meleğim, gel bul beni. ben öylecene: uyku kokuyorum…
uykularım:sulardan durgun..
suretim: toprak uğultusu bir inilti saçıyor
oğul uğultusu … annem : göbeğimin ezeli azığı… kalbime…
gel kadınım : gel susalım. göğe uzanıp melek olalım.
eşya mengenesinde muska ağlamaları
tut göğsünden sızan yankıyı
öyle yoğun çağırma saçlarımı
bünyemdeki çatırtılar
eşya mengenesinden, incir kelimesinden soluyan
kancık ve vurdumduymaz yerlerini bir bir unutacağım
bu akşamın kuyruğunu yüzüne çarpacağım
içli bir çocuk gibi eğileceksin sesimin karnına
keş çaylarını nasıl içtiğimi, ezanın niçin geciktiğini
‘uzaklar utangaçlığımdır’ diyerek hatırlayacağım
bol geldi yüzün aklımın çadırına
ne olacak şimdi?
bi şey olacağı yok çocuk!
zınk diye durup geriliyoruz allahın ipine
yalvarırım ipi kesme çocuk,
ipi kesme kuşlar konacak
elbiseler kuruyacak, giyilecek incir yaprakları
incir sütleri taşacak çizgilerinden gövdenin
ipleri çekiştirme çocuk,
germe dilini ve ellerini ve ayaklarını
konuşu konuşuver, koşu koşuver cancağızım
ben kemiklerin olayım, etlendir beni sesinle
dürülmüş çocuk yüzleri eşyanın hafızasında
oyuncakların sakarlığında , kadınların uykularında
kudurmuşda ısırı ısırıvermiş çiğ yerlerimi
çocuk dokunuşlarından kokular
ve ardıç ağaçları çıkan yerlerimi
heyy! abi,
siz hiç ağlayan bir muska taktınız mı?
ağlayan muskaların içinden
< kün fitdünya kevneke garibûn>
çıktığını işittiniz mi?
kün fitdünya kevneke
garibûn garibûn garibûn
ağzımın mağarası
kırık bir ağaç dalından başlıyorum
tıkanık damarlarıyla öpüşmeye yaprakların
bir çay kaşığını daldırıyorum gök/yüzüne
nikotin kokusu sinmiş okuduğum fanzinlere
örümcek ağları atılmış posta kutuma
şöylelemesine dalgın ve buruk eylül sokaklarında
ben seni yürümüşüm yüzümün kıvrımlarında
ağır ikindi çaylarında yansımamı kırıyorum
kaşığın çukur aynasında bir ağaç dalı gibi
çatalımdan kırılıyorum.süzgeçten geçiyor
tül perdeler ardınca silüetin
bir hurma çekirdeğine değişirdim ben bu dünyayı
ağaçsız çiçeksiz bir dağ başı kadar koparılmasaydım
eteklerinden. tül perdelerden uzak durmasaydım.
sular kaynıyor şimdi ayaklarının bastığı yerden
ben hep seni demliyorum gal-ü bela deminden
dumanaltı olmuş suskun derkenarlığımla
tütün üstüne tütün yakıyorum
aşk üstüne aşk-bulut üstüne bulut
el üstüne el-dudak üstüne dudak
bu çay ne zamandır şaraba benzer oldu hancı
-sen üflemez oldun artık mumlara be çakıroğlum
dedim ya bey amca;
“mayamızda ekşimtrak bir iğde giliğinin sevgisi var”
imdi, gözlerin bir hurma giliğine değişilmez, görüyorum
toplayıp gidiyorum sözlerimi ellerimi
pipomu tütünümü daktilomu ve bir kaç antik eşyayı
ağzımın mağarasına. “bir su damlasına”
bir çığlığı dokuyorum saçlarınla
çekiştiriyorum
kıl diplerine kadar yalnızlığı
gal-ü bela dedim hatırlıyorum. yarım bir rüya gibi
e(ss)elamün aleyküm/ elest-ü bi aşk
bir damla su/ alemlerin sultanına.
ağzımın mağarasından sesler;
” menzili çoktan geçtim ün saldı kayboluşum
kendi kuytumda çalkıyor şerbetini ağzım”*
* cahit zarifoğlu.
dişi org
gittiğin yerlerden gelinmiyor, öyle mi
bak ben ellerimi şuraya soyuyorum
bak bak, şuraya da bir bisiklet
her şey bir şeye dönüyor, öyle mi
orası iyi mi. kırmızı bir bisiklet mi
ben ki kimliğimi usturamın yanına koyuyorum
her gün sicilimi bir ‘yabancı’ya yontuyorum
burası da iyi.
üstelik şizofren de değilim artık.
hayırdır, kim bu?
kapıyı dişi bir org gibi çalan, tık tık.
lâ şarab
her şey sen güzelsin diye olmuyor, anla işte
hani elleri vardı ya çocukların, yetmiyor
kısalıyor lifleri tebessümün
bir dua oluyor dudakların, kuş işte
besmele çekiyor içine bir kız çocuğu
sığınması gibi zikrin zakire
bir kelimenin göğü oluyor işte çocuk
soruyor; kuşlanmak ile kuşkulanmak arası
annem her gece kapıları niye kilitliyor?
oysa benim beklediğim bir şey yok geceden
ceviz ağaçları altında uyuyan bir zamansın sen
yüzün allaha karşı demlenmiş ve acımış
zikirler düşüyor cevizlerin içinden
senin beklediğin mektup bir cam olmuş kırılmış
zemin katlarda yıkanmış çamaşırlar nerde kurutulur
çıkıp oturduğum bir çayevi , görünmüyorsun kaç zamandır
sabahları da boş duruyor safta yerin
neyi okuduğunu bilmiyorum , ağlıyorum demli bir sesle
ve iyi ki çocuklar sabah okula gidiyorlar ve iyi ki kitapçılar var
korkunç güzelsin yarın, manşetlik ellerim var benim ve biliyorum
ceviz ağaçları büyürken uzun ve zor kışlar geçer
camideki cemaat üç kişiden neşet
cami, metruk yeryüzü kafası..
çekingenim ve bu yüzden allahlaşıyorum
bırakacağım bir mirasım yok
bir evim olsun ister insan
başkasının bacaklarına bakma ki yürütülesin
bacakları vardır insanın ve ispat kaçınılmaz..
intihar gündelik işçimdir,
şehrin ortasında kırdığın potlar için ağlama
kabrin içine düşen spotların olacak mı senin,
kırdığın putların var mı, kalbinin içine düşünen
dilimde ışıldayan lâ lâ lâ
eşyadan esmaya ilahe ilahe ilahe
allah azze ve celle
olmuş olmamış olmuyor
önce yapıp sonra açıklama
dudakların fesleğen kokuyor,
hangi şefkatle ısırdı tanrı dudağından
saatlerce kitap okumuş bir sesle söylüyorum
küçük bir delikten gördüğün şeydir allah
görünen hem deliğin arkasında hem burada
la ilahe illallah
kim demişse muhammed miraca çıkmıştır
eksik bir ifade
gökyüzü muhammedin kalbine indirilmiştir
düşünmek nasıl ki düşen bir şeydir
elma düşer, insan düşer
dünyadan başka yere düşen adamlar gördüm
kıyamdan secdeye bir kuş kanadının
açılıp gövdeye yapışması gibi yapıştılar
vescud vektarib
öğüdlerinizi göğsümde azık gibi saklıyorum
efendim, göğün ve kitabın indirildiği kalbinize
ıslanmış pamuklar gibi düşüyorum garib
allah zannım üzere
allah zannım üzere
efendim, müridiniz mustafâ
lahza üzere
pişirilmiş çamur kokuyor ruhum
ser-hoşem
lâ şarabından içmişem
ben cennetimi pişirilmiş çamurdan yaparım
allah zannım üzere
kim demişse muhammed yedi kat göğe çıkmıştır
eksik ifade
gökyüzü ve suretler efendimin kalbine indirilmiştir
kalp.. pişirilmiş bir çamurdan ferah odalar örülmüştür
allahın ipi şah damarımdır
all allah şah
maşaallah
tüttürük!
tüylenir miydi kelimeler etlerine değince?
ağzın gelenek yandaşı , burnun modern kokular arıyor!
huylanır mıydı acep dört rekatlık namazı iki kılandan ,
aha şu senin göçebe belleğin, işte ahlakçı nedimelerim
tövbe et: taha seslendir,
kımıldat derinin altındaki iman tahtalarını,
çat! bir namazı bir buseye ,
bir kadının etlerinden medet umma
çat! taha de, destur iste
bir kibrit kutusu örneğin, ortalama 40 çöp ,
inanma say! şüp-helen, huylan uyluk yerlerinden
kitapların kırılgan sayfalarıyla ıslık çal hoyratlığa yelten
demem o ki: kardeşlerim, çay içelim ve karıştıralım şekerleri
şeker, çaya şirk koşmaktır mı demiştir massey ferguson,
belki dememiştir. hem her şeyi bilmek iyi değildir. neden?
tızsss. lip lipp click shıssst logg gıyk gııııyyyyyyyygk fhuvvvv ohfff off hmmm yaaa aa, a aaa pehhh peh piyyyyuvhfff zınk!
modernlik mi? yukarıdaki ses ipliklerinden kör düğümlerdir o!
ya gelenek? gelenek: elinin körü- yüzünün kiridir.
yıka yıka-çöz çöz bunların hepsi töz!
böyle karman- çorman şeyler söyleme,
seni deli sanırlar, adam gibi ol, aklından zorun mu var*
okula git gel- herkesin bindiği toplu taşıma araçlarına bin
normal bir insan ol, su iç mesela, banyo yap,
ablalarına telefon et, yeni aldığın kitaplardan değil de etten püften bahset, haber izle, vay anasına naralarıyla katıl kalabalığa
hep aynı şeyler giy, insanların seninle ilgili düşünmelerine malzeme olma, neyse. ben sonra yine uğrarın sana. sen şimdi kalk bir çay koy, belli mi olur,
demleniverirsin dergahında
ehl-i çayın ve tütünün.
öpülen çocuk yüzleri
yok değildir burada bir adam göğsünü metalden arındırmış
böylece gömleğin yırtılma bahsine geçilebilir değil
kuyuya atıldığımdan beridir benimle gömleğin kokusu
babam gözleriyle sarılınca bana
ağacını bulmuş dal oluverdi kollarım
açtım gömleğimi himmetinle erildim
bir ormanı kucakladım.
sakınılmış değil bu benden
‘tut beni’ ‘tut beni’ deyiverdim
tutuldum ve sürüdüm gözlerimi
düşüverdi sağıltıcı bir bohça
ilmik ilmik dudak bastım göğüne
aklım koyuldu boynumun üstündeki çukurda
uykusu çamurla bölünen çocuklarda
yüreciklerine kuşlar üfürülür
bir öğle sonu bildimliğidir ki anneleri babalarını öpünce
çamurlan bölünen uykulardan kuş yuvaları örülür
yok değildir her kuşda bir üfürüş
her üfürüş bir diriliş
gel bizim uykularımıza çamur serp ya ibrahim!
bize de göster sana gösterileni
kuşları parçaladık koyduk evimize, kampüslere, kamusal alanlara
söyle şimdi nasıl çağıralım onları!
bir ses ver ya ibrahim
bu kuşların günahıyla kaldık şehirlerde, evet ama ’larda
kuşlar bize bakıyor biz kuşlara
söyle ya ibrahim, ne diye çağıralım biz bu kuşları?
(ve ibrahim tebessüm ederek konuşur;)
-şüpheden uzak durun!
evsizlik zihinler kıblesiz
‘saklı kim biz sırlı kim biz kimdir sığıntı biziz’*
ve sen konuşunca haya ederek nidâ
kuşlar dağılıyor aramızda bir ormana
dişlerinin arasından
öpülen çocuk yüzlerinden..**
evsiz zihinler kıblesizlik
çocuklarımız nerede , niyedir bu sessizlik
metal sesleri gecelerde gündüzlerde
kadınlarda erkeklerde
tın. tınn. tınnn.
yaklaşın!
herkesin kuşu boynuna asılsın***
____________________________
* i.ö ** s.k *** isra’13
feci felsefeci
s i z !
yağmurun şehre saldığı korkularda kekeme
misiniz
yeni aldığım kitapları okuyamama
korkusu düştü kafama
sizi olmayan kan üşüştü
sizi olmayan kayıp
dikişsiz libas, kekeme kalp
koynumda çocuklar için gözetleme deliği
açık bir yaradan yapılma
kimdir s i z ?
inanmıyorum laboratuarlara
bu yüzden bakılmıyor çarşılarda yüzüme
bileklerim ve alnım islamcı , zarif , kışkırtıcı bu yüzden
bilendikçe kafa tasım taha keskinleşir daha
ha! dedikçe siz
göründüm gözünüze
tahrik, alanlarda, erzurumlarda
feci felsefeci
aha! işte dedirteceğim size
tabutla gidişin tabusu bakî
aç kaldıkça açıldı
çık-rık çık-rık çık-rık
koynum ve yarası
ritmik salınım , delişmen kıyam
ve yuppy çocuklar
ölürken çeçen gözlerim nasıldı
dibi bulunduğunda ayakların ve hayatın
gidilecek yer kalmamıştır
insanın dibidir ayakları
şiir değil neden nasır
onun haberi yok
‘avâzeyi bu aleme davud gibi sal
baki kalan şu kubbede bir hoş sâda imiş’ (baki)
bileklerini pergelcesine koymuş da dönüyor gövdesi
sen bizi hor gördün, har eyledin
bulut ve ağaç kelimeleri gibi yok şimdisi
biz seni ham gördük, hoş eyledik
aç/c/ıkmış da öyle girmiş içine bir deli
mut gibiymiş yer- gök direksiz
otobüs mü bekliyormuş, sigara mı içiyormuş
herkes bir şey söylüyor lakin
otobüs hiç gelmemiş, sigarası da yokmuş zaten
bileklerini pergel gibi açmış da öpmüş
önce ağaçları sonra bulutları
kırk gün kıl yağmış havadan
kırk bütün gün su içmemiş, ne içmiş?
toprak yemiş, demir bükmüş, kalem düzmüş
büzmüş de dudaklarını rabbine naz etmiş
güya beni şikayet etmiş
saçları dökülesiceymişim, deli otlar gibi olasıcaymışım
besbelli ‘ben kandan elbiseler giymişim
bundan onun haberi yokmuş’
varsın olmasın!
yokuş
yaymış yaradan insanı yeryüzüne
ya! rahman
yay yarayı insan yüzüne
ya! rahim
mış’dan in yerine
ya! hayy
yeryüzüne insanı yaradan yaymış
ya! Kayyum
erzurumî notlar
28 Eylül 2006 Perşembe, Erzurum Şeytanın Hilesi
‘Kim Müslüman kardeşini yaptığı bir işten dolayı kınarsa , o iş başına gelmeden ölmez.” Buyurmuşlar Efendimiz (s.a.s). İrfan’la konuştuk biraz.. ‘Müslümanlık çok ince’ dedik.. Ama şu ilahi hükmü de hatırladık: Şeytanın hilesi zayıftır.. İbn Teymiyye’nin bir örneğinden yola çıkarak bir takım meselelere değindik. Örnek şu ; “üzerlerine ağ atılıp hapsedilen bir grup kuş vardır. ( toplum). Belli aralıklarla yem atılmakta ve kuşlar günden güne semirmektedirler. İçlerinden bir tanesi her şeye rağmen ( yemin dayanılmaz cazibesine rağmen) atılan yemleri yemez ve bir köşede günden güne zayıflar. Diğer semirip, etlenen kuşlar bu kuşu hor ve hakir görmekte, yemleri yememesini anlayamamaktadırlar. Yemleri yiyen ve semiren kuşlar başkalarına yem olmak üzere ağdan çıkarılmakta ve kesilmektedirler. Günden güne zayıflayan kuş ise öyle bir an gelir ki ; artık ağın delikleri arasından geçebilecek kadar zayıflamıştır. Ve o kuş bütün diğer kuşların şaşkın bakışları eşliğinde ağın deliklerine doğru yürür ve delikten bir yılan gibi süzülüp çıkar.. Arkadalaşlarına dönüp bakar ve sessizce ama büyük bir neşe ve gururla kuş olmanın uçmak olduğunu onlara hatırlatmak istercesine kanat çırparak özgürlüğüne kavuşur.. artık özü gür bir kuştur o.. “Bu gün toplum, iş hayatı, aile hayatı, okul, tüketim kültürü, popüler tavırlar, modern dünyanın icatları(bilgisayar, tv, cep telefonu, futbol, vb..) üzerimizdeki ağdır. Ve bizi sürekli yemleyen büyük bir aldatmacadır bu dünya düzeni.. uyanık olmaz da yemleri yersek , semirerek güzelleşip birilerinin sofralarına meta olacağız.. güzelleşmek, hep bir göze göredir. Hangi göze göre? Müteyakkız, derin, erdemli ve çalışkan olmazsak bizi bekleyen akıbet ortadadır. Üzerimizdeki ölü toprağını ( avcının ağını) silkinecek vasıtalara acilinden ihtiyacımızın olduğuna inanacağız. Hangi gözle görüyoruz gördüğümüzü? Hangi sevgiyle seviyor, hangi nefretle kızıyoruz? Emniyet telkin edici bir insan olmak diğer pek çok hasletin membaıdır.
13 Mart 2007 Salı , Erzurum Dostluk
Dostluklar bir dağın yamacındaki kaya gibi; engin, açık, izzetli.. güzel dostlar için hakk tealâ’ya hamd olsun. Dostlar ayna. Onlarda kendimizi görüyoruz, eksiklerimizi düzeltiyor, onların güzellikleriyle zinetleniyor, güzelleşiyoruz. Sözün tesiri, büyüsü, şifası dostun dilinden akar üzerimize. Allah’a dost olmak sevdiklerine dostluk iledir. Güzel ahlak güzel dostlarla yaşanır. “İslâm güzel ahlaktır” buyurmuş efendimiz (s.a.s).. şöyle anlayabiliriz umarım ; İslâm, güzel dostluktur.
18 Haziran 2007 , Ezurum Yanmak
Pek çok şeyin sonuna gelivermek..?
İnsan ne ile İNSan?
Nasıl yanmalı, pişmeli de bu çiğlikten kurtulmalı?
Bir daha bozulmamak üzere pişmeli.
Cismini yakıp ruhu bir şelale gibi coşturmak..
*
Uzaklardayım.. uykumda bile telaşlıyım.. nereye böyle?
Sıkılıyorum.. muhasebe.. Yok böyle olmayacak, gün olur gövdem sessiz bir yaprak olur, kımıltısız.. Ya ruhum? Evet, ruhum!
Rimbaud gibi düş-mesem de yollara, Wittgenstein’a uyup üzerine konuşulamayan şey hususunda susacağım..
Bunu beğen:
Beğen Yükleniyor...